Kırıntılarla Yetinmeyeceğiz! – Celal Özkızan

Geçtiğimiz gün, Halkın Partisi (HP) milletvekillerinin aldıkları hayat pahalılığı artışını hayır kurumlarına bağışlayacağını duyurmasının ardından dün de Serdar Denktaş bir açıklama yaparak, gelecek ay bakan ve milletvekillerinin hayat pahalılığı maaş farkını almayacaklarını ve bu rakamın en alt baremdeki kişilere yansıtılacağını söyledi.

Bu kararların neden göstermelik bir şovdan ibaret olduğu ve kalıcı bir çözüm üretemeyeceği defalarca kez anlatıldı.

Kendilerine vatandaşın alımgücü ve geçim derdi sorunlarını çözsünler diye oy verilen, bunun sonucunda da kendilerine maaş, makam ve yetki gücü tahsis edilen yöneticilerin, bu sorunları çözemeyip sonra da zaten toplumun onlara teslim ettiği bir görev sayesinde kendilerine bağlanan maaşların çok cüzi bir kısmını geri vermeleri şovdan ibarettir.

Tamamını, bizim onlara verdiğimiz şeyi alıp, sonra da o şeyin ufak bir kısmını bize geri verip, “bakın fedakârlık yapıyoruz” diyorlar; sanki birileri onları zorla milletvekili yapmış, sanki bakan olmamışlar da hapis cezası almışlar gibi davranıyorlar! Bu, vatandaşı aptal yerine koymaktır!

***

Gelin görün ki, günlerdir bu konu etrafında haklı bir şekilde kopan tepki fırtınası, ne yazık ki içinde bulunduğumuz duruma sebep olan asıl meseleyi gündeme almamızı engellemektedir. Bu konuya tepki gösteren neredeyse herkes, meseleyi barem skalaları, kamu ve özel sektör çalışanlarının aldığı maaşlar ve hükümetin kararının doğru olup olmadığı üzerinden tartışmaktadırlar.

Yani öyle bir tarışma ortamı var ki, sanki Kıbrıs’ın kuzeyinde sadece bakanlar, milletvekilleri, müsteşarlar, kamu çalışanları ve özel sektör çalışanları yaşıyor ve sahip olduğumuz bütün kaynakları da bunlar arasında bölüşüyoruz… Meseleye böyle bakınca da, haliyle “bu kaynakları kendi aramızda nasıl daha iyi bölüşebiliriz” gibi anlamsız bir tartışma doğuyor ve örneğin bir grup “bakanlar ve milletvekilleri daha az maaş alsın” diyor, bir başka grup “barem skalaları arasındaki farkı ortadan kaldırırsak, terfi almış, uzun yıllardır çalışmış, alnının teriyle işinde yükselmiş kamu emekçilerine haksızlık olacak diyor”, ötekisi çıkıp “ya Göç Yasası’na tabi kamu çalışanları ne yapsın?” diyor ve berikisi de çıkıp “kamu çalışanları az da olsa artış alıyor, ya özel sektör çalışanları ne yapsın?” diyor.

Elbette bu serzenişler ve öneriler anlaşılır şeylerdir, zira çalışan insanlar, kendi geçim sorunlarına dermanlar arıyorlar ve derman olarak da, çözüm gibi görünen çeşitli seçenklere bel bağlıyorlar; ancak çözüm kısmına hemen atlamadan önce, acaba sorunun ne olduğunu doğru tespit edebildik mi diye düşünmek lazım. Yukarda da belirtildiği gibi, sanki ülkede sadece bakanlar, milletvekilleri, kamu çalışanları ve özel sektör çalışanları var, ve sahip olduğumuz tüm kaynakları da bunlar arasında nasıl bölüşebilirmişiz gibi bir hava yaratılıyor, hâl böyle olunca da kimse işin içinden çıkamıyor.

Oysaki memleketimizde, sahip olduğumuz doğal, beşeri, idari, mali ve finansal kaynakların çok büyük bir çoğunluğu halihazırda bu ülkenin zenginlerine, sermayedarlarına, büyük mülk sahiplerine, büyük patronlarına, otel ve kumarhane sahiplerine, gece kulübü sahiplerine, inşaat patronlarına, büyük tüccarlara, çok büyük tarımsal arazileri ya da çok fazla sayıda büyük/küçükbaş hayvanı elinde bulunduranlara, banka sahiplerine, üniversite sahiplerine yani kısacası bu toplumun “sermaye sınıfına” tahsis edilmiş durumda.

Toplumun sahip olduğu toplam kaynakların büyük bir çoğunluğunun sermaye sınıfına tahsis edilmesinin devamlılığını sağlayan sağdan soldan siyasetçiler de, sanki ortada sermayeye ayrılan kaynakların hiçbiri yokmuş gibi davranıyorlar, sanki sadece kaynaklarımızın sermayeye ayrılan kısmından arta kalan kırıntılar varmış  gibi davranıyorlar ve bizi de buna bir biçimde ikna edip, bizi o kırıntıları kendi aramızda nasıl bölüşeceğimize dair birbirimizle kavgaya tutuşturuyorlar.

Bir yanda milyonlarca dolarlık kredileri çok düşük faizlere alan, en değerli ve verimli tarımsal ve turistik arazileri çok cüzi fiyatlara kapatan, çok kârlı ihalelerle kârına kâr katan, canına kıydığı ya da emeğini dibine kadar sömürdüğü inşaat emekçilerinin binbir alın teriyle inşa ettiği evleri çok pahalıya satarak zenginleşen, çeşitli sektörlerde devletten aldıkları her türlü teşvik, sübvansiyon, gümrük muafiyeti, idari ve mali kolaylık ile bu toplumun büyük bir çoğunluğunun rüyasında dahi göremeyeceği zenginlikleri elde eden ve hiç durmaksızın hep daha fazlasını isteyen sermaye sınıfı, ne tuhaftır ki bu tartışmaların hiçbir yerinde yer almıyor, ne tuhaftır ki “kaynaklarımızı nasıl bölüşeceğiz” sorusu sorulurken, onların gaspettiği ve onlara tahsis edilen muazzam büyüklükteki kaynaklar yokmuş gibi davranılıyor…

Küçücük bir azınlık, bu toplumun sahip olduğu kaynakların büyük bir çoğunluğunun üzerine çöreklenip sessizce işin içinden sıyrılıyorken; tek derdi ayın sonunu getirebilmek, çocuğunun okul parasını ödeyebilmek, evine mutfak alışverişi yapabilmek, kirasını zamanında yatırıp faturalarını ödeyebilmek, senede bir kere de olsa tatile çıkabilmek olan yüz bin kişiden fazla çalışan ise, sermaye sınıfından arta kalan kırıntıları kendi aralarında nasıl pay edecekler diye birbirleriyle kavgaya tutuşuyorlar!

Siyasetçiler ise, sermaye sınıfına sağladıkları hiçbir ayrıcalığın bahsini açmayarak, “elimizde sadece kırıntılar var, şimdi size bu kırıntıları nasıl bölüşecebileceğimizle ilgili birbirinden saçma önerilerde bulunacağız” diyor ve emekçilerin birbirine daha da çok düşmesine vesile oluyor, sermaye sınıfının ayrıcalıklarını gözden gizliyor!

MESELE KIRINTILARI KENDİ ARAMIZDA NASIL BÖLÜŞECEĞİMİZ DEĞİL, MESELE NEDEN BU KIRINTILARLA YETİNMEK DURUMUNDA BIRAKILDIĞIMIZDIR!

***

Çoğumuzun diline dolanmış bir laftır “gelen giden aynı” lafı… Hükümetler değişir, ama durum değişmez, siyasetçiler değişir, ama durum değişmez; yeni yüzler, temiz yüzler, genç yüzler, ağzı laf yapan yüzler, bizdenmiş gibi görünen yüzler, aklı başında görünen yüzler, vicdanlı yüzler gelir ama yüzsüzlük sürüp gider… Çok da haklı bir tespittir bu…

Ancak bu tespitin tıkandığı nokta, çözümü, sorunu yaratan mantık sınırlarının dışına çıkmadan aramaya çalışmasıdır; seçimden seçime, ya da partiler içinde yaşanan sözümona değişimden değişime her seferinde umut yenileriz, “bu sefer olacak” deriz; “bu siyasetçiye güveniyorum”, “bu siyasetçi düzgün çıkacak”, “bu siyasetçiye umut besliyorum” deriz ve bu çarkın sürüp gitmesini sağlarız. Her ne kadar umudumuzu iyice yitirsek de, “bir gün biri çıkıp gelecek, bu dertler bitmese bile biraz olsun azalacak” gibi bir umut kırıntısını koruruz içimizde hep; başka bir alternatif görmemişizdir bugüne kadar çünkü, başka bir yol yoktur zaten diye düşünürüz, “el mahkûm” deriz, “bir gün elbette şansımız yaver gidecek, zaten elden başka ne gelir” deriz…

Oysaki sorun siyasetçiler değil, mevcut siyasetin kendisidir. Sorun, ülkemizde mevcut siyasi düzenin, KIRINTILARIN SİYASETİ olmasıdır. O yüzdendir ki, en güvendiğiniz, en umut beslediğiniz, size en samimi gelen kişiler dahi, bir kez bu siyasetin içine girince, kısır döngü gibi aynı sorunları aynı biçimlerde tartışmaya yeniden başlarız; çünkü bu ülkede siyaset, kim bu düzeni yıkacak diye değil, kim bu düzeni daha iyi yönetecek diye icra edilmektedir.

Gelmiş geçmiş hiçbir hükümet, halka bu düzeni yıkma mücadelesini vaat etmemiştir; hepsi “biz bu düzeni daha iyi yöneteceğiz” demiştir.

ANCAK, KIRINTILARI İYİ YÖNETMEK MÜMKÜN DEĞİLDİR.

Değil Tufan Erhürman, değil Kudret Özersay, değil Zeki Çeler, Serdar Denktaş, Hüseyin Özgürgün; dünyadaki en kusursuz, en dürüst, en vicdanlı, en adaletli, en akıllı insan dahi gelse, kırıntılara mahkûm edilmiş koca bir halkı memnun edemez!

O yüzdendir ki biz, yukarda adı geçen siyasetçileri bu kırıntıları iyi yönetmeyi beceremedikleri için suçlamıyoruz; onları, sanki biz sadece bu kırıntılarla yönetilmeye mahkummuşuz gibi bizi aptal yerine koymaya çalıştıkları, o kırıntılardan daha fazlasını her talep edişimizde mazaretler düzmeye başladıkları, yalan söyledikleri, duymazdan geldikleri için suçluyoruz!

***

Peki çözüm nedir? Çözüm, bu ülkede hükümete değil muhalefete talip olmaktır!

İnsanlara boş vaatler, sonradan çark edilecek hedefler veren, tıpatıp aynı işi ama sadece daha “akademik” bir dille yapan veya daha “aklı başında görünen” siyasetçilere bel bağlamak yerine, mücadeleyi örgütlemek gereklidir. Mesele “hükümete talip olmak” değil, “muhalefete talip olmaktır”.

Çünkü bu ülkede bugüne kadar bir muhalefet yoktu!

Bu ülkede irili ufaklı çeşitli hükümetler vardı hep! Hükümette olan hükümetler, muhalefette olan hükümetler, sendikaların başına çöreklenmiş hükümetler, bazı derneklerin ve sivil toplum kuruluşlarının başına çöreklenmiş ve fonlanmayla yolunu bulmuş hükümetler, akademik hükümetler, dangalak hükümetler, nazik hükümetler, kaba hükümetler, utangaç hükümetler…

Ama hepsi hükümettiler!

O yüzden bu ülkede sorun hükümette değil, muhalefettedir, çünkü gerçek bir muhalefete kimse sahip çıkmadığı, gerçek bir muhalefet oluşturulamadığı içindir ki, irili ufaklı hükümetçiklere mahkûm kaldık!

Her gelen geçen siyasetçi “ben muhalefete doğru düzgün bir biçimde nasıl talip olabilirim” demek yerine hükümete gelmenin yollarını aradığı için bu günlere geldik!

İşte tam da bu yüzden çözüm “muhalefete talip olmaktır”; çünkü ancak bu yolla, gerçek anlamda bir iktidar mücadelesi verilebilir, kendi kaderimizi kendi ellerimizin arasına alabilir, toplumsal kaynaklarımızı sermaye sınıfı için değil de toplumsal ihtiyaçlarımız doğrultusunda düzenleyebiliriz!

Muhalefete talip olarak, kırıntılarla yetinmekten kurtulabiliriz!

Çünkü gerçek bir iktidarın yolu, hükümete talip olmaktan değil, muhalefete talip olmaktan geçer!

Geçtiğimiz ay siyasi parti haline gelen Bağımsızlık Yolu, tam da bu yüzden iktidara değil muhalefete taliptir!

Bağımsızlık Yolu, tam da bu yüzden “yetki” değil, mücadele arkadaşları istemektedir!

Bağımsızlık Yolu, tam da bu yüzden “oy” değil, “yoldaş” aramaktadır!

Bağımsızlık Yolu, tam da bu yüzden, “hükümet olursak sizi en düzgün biz yöneteceğiz” değil, “biz düzgün bir muhalefet olacağız” demektedir!

Gerçek bir iktidar kurabilmek için hükümete değil de muhalefete talip olmak gerektiğini düşünüyorsan

Sen de Bağımsızlık Yolu’nda örgütlen!

Celal Özkızan
Bağımsızlık Yolu Üyesi