Merdivenden Görünenler: Mağusa Limanı’nda Neler Oluyor? – Abdullah Özdoğan

Sermayeye payanda olmayan, görünmeyeni görünür kılan; sistemin beynimize ‘ortak akıl’, ‘ekonomik akıl’ safsatalarıyla zerk ettiği “asgari refahta azami eşitlik kaçınılmazdır” ezberini kabul etmeyen ideolojik propaganda araçlarına ihtiyacımız vardır.

Mağusa Limanı, tarih boyunca Kıbrıs’ta yaşam sürenler için önemli bir ticaret merkezi olmuştur.  1974 sonrası adanın kuzeyinde toplanan Kıbrıslı Türkler için de hayati öneme sahip olan liman,  bugün ithalat/ihracat gibi ekonomik faaliyetlerin merkezidir.

Toplumun çeşitli kesimlerinden insanın ekmek kavgası verdiği bu merkez, uzun yıllardır plansız gelişme ve denetimsizlik yüzünden oluşan sorunlarla boğuşuyor. Özellikle, çalışma ortamından kaynaklı ve giderek çoğalan sağlık sorunları, limanda çalışanlar arasında tedirginliğe neden olsa da, ekmek yedikleri bu yerin günden güne hayatlarını kemirmesine engel olamıyorlar.

Serbest Bölge, Port İsbi’ye ait Serbest Bölge ve Liman alanı dahil, kabaca üç bölgeden oluşan Mağusa Limanı içerisinde kamu otoritesi azal(tıl)dıkça çoğalan sorunlara baktığımızda; trafik keşmekeşi, hava kirliliği, ekolojik talan, iş sağlığı ve güvenliği, eski eserlere zarar verilmesi, çevre ve halk sağlığı gibi doğayı ve yaşamımızı doğrudan etkileyenler ilk göze batanlardır.

Bu sorunlara neden olan birçok etken sayılabilir. Kısaca özetlersek: Serbest Bölgenin kuruluş amaçlarının dışında çalıştırılarak iç piyasanın hedef alınması ile ortaya çıkan kirli sanayi; eskisi yetmezmiş gibi yeni bir serbest bölge -Port İsbi-  daha yaratılması ve bu bölgede, Karakol İlkokulu bahçesine yakın duran petrol rafinerisi parçaları ve konteynerlerin varlığı; tersanenin denetimsiz çalıştırılması ve yaratılan mini konteyner kentin sağlıksız yapısı; Belediye kantarının gümrük sahası içinde kalması; Karayolları Dairesi’ne  -bir devlet kurumuna- ait olmasına rağmen faaliyetleri hizmet alımı nedeniyle denetlenmeyen katran depoları; hurda yüklerin gelişigüzel -preslenmeden- liman sahasında biriktirilmesi, gemilere yüklenmesi; alkol tanklarının varlığı ve patlama tehlikesi; hayvan yemleri ve küspelerin sağlıksız bir şekilde tahliye edilmesi gibi liste uzayıp giderken liman çevresinde bulunan üç adet ilkokul ve yerleşim alanları dikkate alındığında, tehlikenin etki alanının liman sınırlarını aştığı rahatlıkla görülebilir.

Çok defa gündem konusu olan bu sorunlara karşı, farklı platformlarda daha önce mücadeleler verilmiş; paneller düzenlenmiş, eylemler yapılmış, kamuoyu oluşturulmaya gayret gösterilmiştir. Kimi zaman kısmi kazanımların elde edildiği bu mücadelelerin, çoğu zaman da hüsranla sonuçlandığına şahit olduk.

Yukarıda sıraladığımız ekonomik faaliyetler birilerinin kâr elde etmesi için alınmış ya da alınmamış politik kararların sonuçlarıdır. Sonuçları her defasında sorunlar yumağı haline dönüşen politik kararlar, nasıl olur da kolayca hayata geçiriliyor?

Bu soruyu doğru bir şekilde yanıtlayabilmek için genelde ülkemizde, özelde ise limanda yükselen mücadelelere ve bu mücadelelerin karşısında konuşlanan egemenlerin ve sözcülerinin tepkilerine, bizlere neleri öğütlediklerine bakalım. Çünkü limanda yaşanan sorunlar ülke genelindeki sorunlardan bağımsız değil. Ayrıca mücadele yöntemleri ve bunlara karşı gelişen olumlu/olumsuz tepkiler de benzerlik gösteriyor.

Egemenlerin genel stratejisi çalışanları bölmek üzerine kurgulanmıştır dersek yanlış olmaz. Kamu çalışanları, küçük esnaf ve zanaatkârlar, hayvan üreticileri ve yetiştiricileri, özel sektör emekçileri, göçmen emekçiler, işsizler… Toplumumuzda var olan emekçileri büyük oranda temsil eden bu kesimlerin sıralaması, örgütlülük ve mücadele edebilme yetilerine göre üç aşağı beş yukarı bu şekildedir.

Aynı merdivende, farklı basamaklarda duran bu kesimlerin iş-güç-eylem birlikteliği yapamamaları bir yana; biriken öfkelerini çeşitli defalar birbirlerine yönlendirdiklerini de görmüşüzdür.

Merdivenin en üst basamağında “kaymaklı tabaka” diye tarif edilen kamu çalışanları bulunmaktalar. Örgütlü ve sendikalı olmaları hasebiyle haklarını koruyup, yeni kazanımlar için mücadele edebilen memurlar, beğensek de beğenmesek de toplumsal mücadelenin de en dinamik kesimi. İnsan gibi yaşayabilmek için ihtiyaç duyulan çeşitli sosyal hakları var; çalışma saatleri belli, 13. maaş alıyorlar, fazla çalıştırılırlarsa ek ödenek alma hakları mevcut ve belki de en önemlisi yatırımları eksiksiz yapıldığı için gelecek kaygısını daha az hissediyorlar.

Küçük esnaf zanaatkârlar ile hayvan üreticileri ve yetiştiricileri memurlar kadar olmasa da merdivenin üst basamaklarında kendilerine yer bulabilirler. Örgütleri aracılığıyla seslerini duyurabilen bu kesim, bıçak kemiğe dayandığı zaman etkili eylemlerle kısmen sonuç alabiliyor.

Hemen alt basamakta ise toplumun üvey evlatları bulunuyor. Sendikasız ve güvencesiz çalıştırılan özel sektör emekçileri, amiyane tabiriyle “patronun iki dudağı arasında” olan geleceklerinden ötürü öfkeli ve kaygılıdırlar.

Özel sektör emekçilerinden daha kötü koşullarda hayata tutunmaya çalışanlar da mevcut. Her şeye rağmen bu ülkede göçmen emekçi olmaktan daha kötü ne olabilir ki? Özel sektör emekçilerinin sorunlarını sahip olmakla kalmayıp; vatandaş olmadıkları için çalışma izni ile bulundukları bu ülkede çoğu zaman gayri insani koşullarda yaşamaya zorlanan, iş kazalarında yaralanan, sakat kalan ve hatta hayatını kaybeden göçmen emekçilerin merdivenin alt basamaklarında yer almaktan başka şansları yok.

Bugüne kadar merdivenden kim sesini yükseltmek istese, egemenler hemen alt basamağı işaret ederek sesini yükselteni ayıpladılar. Bazen de üst basamağı göstererek yine merdivenden birini hedef gösterdiler. Bunun yanında, dipte duran  “işsizler ordusu” da güvencesiz çalışma koşullarında önemli bir silah olarak kullanıldı. Zaten merdiven içinde dolaşan öfke çoğu zaman da göçmen emekçilere yönlendirildi.

Olumlu ve olumsuz çeşitli örnekler verilebilir. Ama hiçbir örnek “GÖÇ YASASI” ve sonrasında yaşananlar kadar, merdiven kurgusunu kafamızda canlandırmamıza yardımcı olamaz. “Kamu Çalışanlarının Maaş Ücret ve Ek Ödeneklerinin Düzenlenmesi Yasası” olarak hayatımıza sokulan yasaya karşı ilk tepkiler haliyle kamu çalışanlarından gelmişti. Yasaya “GÖÇ YASASI” denmesinin nedeni, kamu görevlilerinin yasa sebebiyle göç etmek zorunda kalacak olmaları değildi. Üretimden bilinçli olarak koparılmış toplumumuzda işsiz gençlerin önünde en iyi seçenek olan “kamuda istihdam” ihtimalinin gerileyeceği açıkça ortada duruyordu. Daha kötü koşullara sahip esnaf ya da özel sektör emekçilerinin çalışma hayatlarında hiçbir iyileştirme yapılmayacağı bilinciyle “göç etme” seçeneğinin başat seçenek olabileceği ihtimali görüldü. Yasaya “GÖÇ YASASI” denmesinin en önemli nedeni budur. Özetle merdivenin en üstüne yapılan olumsuz müdahale, bir zincirin halkaları gibi olan bütün emekçilerin hayatını etkileyecekti. Tüm bu gerçekliğe rağmen sermayedarlar kendi ideologlarının da yardımları sayesinde, kamu görevlerine alt basamakları göstererek onları ayıpladılar ve merdiveninin altında biriken öfkeyi, merdivenin üstüne doğru yönlendirmeyi başardılar; hem de ustaca.

Ülke genelinden verdiğimiz buna benzer örnekler liman içerisinde de yaşandı. Ek mesai ücretlerinin nerede ise mesai saatleri içindeki saat başı ücrete denk gelecek şekilde yeniden ayarlanmak istenmesi ve yasaların hilafına ödemelerin geciktirilmesi ile sesini yükselten örgütlü kamu çalışanları, çok defa karşılarında güvencesiz ve örgütsüz liman işçilerini, nakliye şoförlerini, geçici memurları buldular. Bu kesimler haklı olarak “Siz güvendesiniz ve sendikanız işlemediğiniz günleri karşılığını ödüyor.; ama biz çalışmazsak evimize ekmek götüremeyiz.” diyerek grevlerin ve eylemlerin karşısında yer aldılar.

Hâlbuki, grevler ve eylemler çalışma saatlerinin sekiz saatin üstüne çıkması anlamına gelen düzenlemelere karşı yapılmıştı.

Sonuçta her iki örnekte de yenilen memurlar olsa da, gerileyen emeğin hakları oldu. Göç Yasası sonrası asgari ücretin artış oranları ve limandaki güvencesiz emekçilerin çalışma koşulları bu iddiayı destekleyen en önemli verilerdir.

Belirtmekte fayda var; bu yenilgilerin nedeni sadece öfkenin merdiven içerisinde dolaşmasında çıkarı bulunanların hünerli olmaları ya da güvencesizlerin bilinçsiz olmaları değildir. Özellikle üst basamaktakilerin aşağının sorunlarını dert etmemesi, kendi dışında kalanların güvencesiz çalışma koşulları için mücadeleyi gereksiz bulması, ‘merdivende birlik’ sağlanmamasına yol açmaktadır. Özetle, merdivenin dışındakiler (egemenler) hariç kimse kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmiyor.

Tüm bunlara rağmen olumlu örnekler de yok değil. Reddediyoruz mücadelesi, KTHY çalışanlarının mücadelesi, LTB emekçilerinin mücadelesi gibi ilk akla gelen, halk nezdinde daha meşru olan mücadelelerin ömrü ya daha uzun olmuş ya da kısmi başarılar elde edilmiştir.

Yine, liman içerisine sorumsuzca dökülen zararlı silika tozunun kaldırılması için sendikalar, mahalle sakinleri, okul aile birliklerinin örgütlenmesi ile verilen ortak mücadele sonunda silika tozu limandan kaldırılmıştı.

Bu deneyimler bize nasıl hareket etmemiz konusunda yol gösteriyor. Açıktır ki, merdivenden mücadeleye katabildiğimiz her basamak, mücadelenin ömrünü uzattı ve kazanımla sonuçlanmasına yardımcı oldu. Bunu yapamadığımız durumlarda ise sonucun ne olduğu ortada. Demek ki, hangi alanda olursa olsun verilen mücadelenin kaderini, merdivenin birliğini sağlayabilmemiz tayin edecek.

Aslında merdiven kurgusu yeni keşfedilmiş bir şey değil; gerek genelde, gerekse liman özelinde verdiğimiz örneklerden de anlaşılacağı gibi ekonomik, politik ve ideolojik mücadeleler sınıf mücadelesinin temel ayaklarıdır ve yaşananlar bu mücadelenin yansımalarıdır. Göründüğü üzere ideolojik mücadele, ekonomik ve politik mücadeleyi birleştiren harç görevini üstlenmiştir. Sermaye bu harcı çok iyi kullanarak, ideologlarının da yardımı ile ekonomik ve politik mücadelede emekçilere karşı kesin bir üstünlük sağladı. Hal böyle iken, limanda sınıf birliğine, bilincine ve direncine sahip olmayan emekçilerin ve örgütlerin parçalı mücadeleleri sürekli sekteye uğramakta, sonuç alamamanın da etkisiyle “elden bir şey gelmez” inancı günden güne zihinlere yerleşmektedir. Bu durum, aynı zamanda yazının başında sorulan sorunun da cevabıdır: Ülke genelinde ne oluyorsa, Mağusa Limanı’nda da o oluyor!

Peki, gerçekten elden bir şey gelmez mi?

Öncelikle, bu saldırının karşısına yaşadığımız zamana uygun araçlarla, örgütlerle çıkma zorunluluğumuz vardır.

Karşımızda ekonomik, politik ve ideolojik yönden bizden katbekat üstün bir sınıf var. Buna karşı durmanın tek yolu merdivende olan herkesin elini aşağıya uzatmasıdır. Ancak bunun bir zorunluluk olduğunu kavrayabilirsek elimizdeki araçları dönüştürebiliriz.

Üye haklarını savunmakla sınırlı olmayan, arkaik mücadele yöntemlerini aşmış, halkın güncel sorunlarına duyarlı, örgütsüz emekçilere kendini anlatabilen ve onlarla gerçekten dayanışma içine girebilen bir sendikal anlayışa ihtiyacımız vardır.

Liberal hegemonya karşısında ezilmeyen, amasız ve fakatsız neo-liberal politikalara karşı fikirsel birlik sergileyebilen, kitleleri doğru yönde mobilize edebilen politik örgütlere ihtiyacımız vardır.

Sermayeye payanda olmayan, görünmeyeni görünür kılan; sistemin beynimize ‘ortak akıl’, ‘ekonomik akıl’ safsatalarıyla zerk ettiği “asgari refahta azami eşitlik kaçınılmazdır” ezberini kabul etmeyen ideolojik propaganda araçlarına ihtiyacımız vardır.

Sonuç olarak, bu yazının Mağusa Limanı’nı kurtaracak, kesin sonuç verecek bir formül sunma gayesi yoktur. Yapılacak doğru çıkarım: Kimsenin elinde sihirli bir değnek olmadığının bilinciyle, mücadele deneyimlerini doğru değerlendirerek; sitemin yapısından kaynaklı kendiliğinden gelişecek yeni mücadelelere uygun araçlarla yön vermemiz gerekliliği olmalıdır.

Not: Bu yazıda kullanılan bazı bilgiler, 23 Mart 2017 tarihinde Bağımsızlık Yolu-Baraka Kültür Merkezi ve TDP’nin ortak organizasyonuyla gerçekleşen, Abdullah Özdoğan, Çevre Mühendisi-İSG Uzmanı Yasemin Çobanoğlu ve Güç-Sen eski başkanı Erol Emin’in sunumlarıyla gerçekleştirilen,  “Destandan Dehşete Mağusa Limanı Paneli”nden derlenmiştir.

Abdullah Özdoğan
Bağımsızlık Yolu Mağusa Bölge Sorumlusu

*Bu yazı ilk olarak Gaile’de yayınlanmıştır.