Savaşmak doğamızda mı var?-Kiona Smith-Strickland

Japonya’da tarih öncesi döneme ait insan kalıntıları üzerinde yapılan yeni araştırmalar, savaşın insan doğasına ait olduğu fikrinin doğru olmayabileceğini gösteriyor. Ülke genelinde, tarih öncesi döneme ait kalıntılar üzerinde yapılan son çalışmalar, Japonya’nın o dönemlerde oldukça barışçıl bir yaşama sahip olduğunu gösteriyor. Bu, her ne kadar dünyanın bir çok farklı bölgesinde tarih öncesi döneme ait savaş kanıtları bulunmuş olsa da, erken dönem avcı-toplayıcı toplumları için savaşın doğal bir olgu olmadığını gösteriyor. “Biyolojik Mektuplar” (Biological Letters) dergisinde yayınlanan çalışma, savaşın kökenleri üzerine süren tartışmaya yeni bir soluk getiriyor.

Jomon

M.Ö. 14000’den M.Ö. 300 yılına kadar, Japon adaları, Jomon olarak bilinen avcı-toplayıcı kültüre ev sahipliği yapmaktaydı. Arkeolog Hisashi Nakao ve çalışma arkadaşları, Jomon kültürünün yaşandığı alanlardaki iskelet kalıntılarını inceleyerek, bunlar üzerinde ölümcül olabilecek hasarlar aradılar. Ve sürpriz bir şekilde, inceledikleri kalıntılarda çok az ölümcül hasar bulabildiler. Jomon dönemi yalnızca yüzde 1.82 oranında şiddete dayalı ölüm oranına sahip. Bu dönemin en kanlı olduğu düşünülen döneminde bile bu oran yalnızca yüzde 3,5. Araştırmacılar, ölümcül yaralanmaları yer ve zaman olarak ayırarak şiddetin yoğunlaştığı noktalara da ayrı ayrı baktılar. Bunu yaparken, yüksek oranda şiddete dayalı ölümün yaşandığı bir yer veya ölüm oranlarının çok yüksek olduğu belli bir dönem arayarak geniş ölçekli savaş durumunun izlerini aradılar. Ancak bulgular durumun böyle olmadığını gösterdi. Şiddete dayalı ölümler, organize savaşların Japonya’da tarih öncesi dönemde görülmediğini kanıtlayacak şekilde, zaman ve mekan olarak seyrek gerçekleşmekteydi. Nakao ve çalışma arkadaşlarına göre bunun anlamı; eğer tarih öncesi Japonya’da yaşayan avcı-toplayıcı insanlar savaşmaya eğilimli değilseydiler, savaşçı eğilimler insan doğasına ait bir şey olamazdı. Bunun yerine, savaşçı eğilimler ancak yaşamsal kaynakların yetersizliği, iklim değişiklikleri veya artan nüfus gibi bazı diğer etkenlerin bir ürünü olabilirdi. Nakao “savaşların gerçek sebeplerini tek bir nedene bakarak kesinlikle anlayamayacağımızı düşünüyoruz” diyor ve ekliyor: “Tüm etkenlere bakmadan hiç bir savaşın nedenlerini anlayamayız.”

Savaşın kökenleri

Şüphesiz, gruplar arası organize şiddetin -ki modern savaşların öncülleri olarak kabul edilir- tarihi bundan 10,000 yıl öncesine kadar gitmektedir. Fakat bu tarihin insanın evrim sürecindeki rolü bugün sosyal bilimciler ve arkeologlar tarafından hala tartışılmaktadır. Tartışmalardaki bir grup, savaşın köklerinin insanlığın evrim süreci içerisinde yer etmiş olduğunu savunurken, diğer grup ise savaşın tarımsal üretimle beraber insanların yerleşik hayata geçmesi, kaynakları biriktirmesi ve güç ile refaha dayalı hiyerarşinin oluşmasının bir sonucu olduğunu söylemektedir. Her iki taraf da aralarındaki tartışmayı sonlandırmak için avcı-toplayıcı gruplar üzerine yapılan kültürel çalışmalara ve arkeolojik bulgulara bakmışlardır. Ancak işin ironik kısmı, bulguların birbiriyle çelişiyor olmasıdır.

Savaşla ilgili çelişkiler

Marta Mirazon Lahr öncülüğündeki, bir grup arkeolog, Kenya’da bulunan Turkana Gölü yakınlarındaki 10,000 yıllık tarihi olan Nataruk bölgesinde yaptıkları araştırmalarda organize şiddetin ilk kanıtlarına ulaştılar. Mirazon Lahr ve çalışma arkadaşları Nataruk’da ölen 27 insanın başka bir grup tarafından organize bir plan dahilinde öldürüldüğünü ve yaşanan çatışmanın büyük bir olasılıkla o bölgede bulunan zengin kaynaklar sebebiyle çıktığını iddia etmekteler. Mirazon Lahr’a göre şiddete olan yatkınlık insan kapasitesinin içinde yer etmiştir. Savaşın ortaya çıkması ise insanda bulunan şiddet yatkınlığının başka etkenlerle birleşmesi (örneğin kaynakların eşitsiz dağılımı veya bir topluluğun başka bir topluluğun bölgesine göç etmesi) sonucu tetiklenmesiyle beraber bu kapasitenin toplu şekilde ortaya konmasıyla meydana gelmektedir. Lahr’a göre savaş, bireylerin başka bireylerle anlaşarak bir başka gruba saldırması anlamında çok istisnai bir şiddet formudur. Yukarıda bahsi geçen durum bireylerin çıkarları ile grup çıkarının yeteri kadar özdeşleşmesini gerektirir. Ancak bu şekilde birinin hayatını riske etmek meşrulaştırılmış olur. Buna ek olarak, otorite ve emir-komuta zincirinin de içselleştilmesi gereklidir. Lahr, şiddetin ille de savaşa neden olmadığını ancak savaşın ortaya çıkması için önkoşul olduğunu söylemektedir.

Şiddetin diğer mekanları

Arkeolojik kazılar sonucunda günyüzüne çıkarılan kemikler gösteriyor ki; şiddet dünyanın her yerinde bulunmaktaydı. British Columbia eyaletinde 30 farklı alanda bulunan 5000 yıl öncesine ait iskeletler üzerinde yapılan araştırma sonucu şiddete dayalı ölüm oranının yüzde 23 olduğu görülmüştür. Yine aynı şekilde Fransa ve Danimarka’da yapılan 6000 yıl öncesine ait kemikler üzerinde yapılan çalışmalar, şiddete dayalı ölüm oranının yüzde 12’lerde olduğunu göstermektedir. Fakat, Japonya’da Jomon döneminde olduğu gibi California’da 3,500 yıl öncesine giden 28 farklı yerde yapılan kazılarda şiddete dayalı ölüm oranı sadece yüzde 6 ilen, Cezayir’de 7000 yıl öncesine ait bulgularda şiddete dayalı ölüm oranının yüzde 4 olduğu görülmüştür. Net olmayan şey ise Japonya’daki Jomon’un mu yoksa daha çok şiddet ile bağlantılı bulgulara ulaşılan Nataruk’un mu erken avcı-toplayıcı hayatının gerçekliğini temsil ettiğidir. Mirazon Lahr’a göre bu durum yerden yere farklılık göstermektedir. Lahr, savaşın belli bazı durumlara bağlı olarak tezahür ettiğini ve savaşın ortaya çıkmasının zaman ve mekana göre fazlasıyla değişkenlik gösterdiğini iddia etmektedir. Yukardaki tartışmaların ışığında, Nakao ve çalışma arkadaşlarına göre savaş, evrensel sosyal davranışların kaynağı değildir.

Savaş özgeciliğe neden olur mu?

Bazı araştırmacılar savaşın bireylerin grup içerisinde dayanışmasının hatta kendilerini grup için feda etmelerinin nedeni olduğunu söylemektedir. Bu teorinin dayandığı fikir çok açıktır; çatışma yeterince yaygın ve ölümcüldür, bu yüzden çatışmanın doğal seleksiyona etkisi vardır. Eğer savaş bu kadar yaygın olmasaydı, diğer faktörler bu davranışları etkiyecekti. 2009 yılında Samuel Bowles, Pleistosen ve Holosen döneme ait kalıntılar üzerinde dünya genelinde bir araştırma yapmıştır. Bowles’a göre çatışma, doğal seleksiyonu grubun içinde bulunan özgeciliğin faydasına yöneltmek için yeterli olabilir. Fakat Nakao ve arkadaşları bu fikre katılmamaktadır. Nakao ve çalışma arkadaşlarına göre, eğer savaş önemli bir seleksiyon baskısı olsaydı, çalışmalarında ortaya çıkan bulgulara göre Japonya’da ve diğer ülkelerde tamamen farklı bir durumun ortaya çıkması gerekirdi. Farklı ülkelerdeki insan davranışları arasında farklılıklar olması gerekirdi. Ancak özellikle özgecilik gibi davranışlarda bu tarz bir farklılık gözlemlenmemektedir. Diğer bir deyişle, erken avcı-toplayıcı hayatın daha vahşi ve saldırgan olduğu yerlerde (örneğin British Columbia’da) yaşayan kitlelere kıyasla daha az çatışma kalıntısı bulunan yerlerde (öreğin Japonya’da) yaşayan kitlelerin daha az sadakat ve “grup içi” özgecilik geliştirmiş olması gerekmektedir. Fakat, işin aslı öyle değildir. Aynı çağda yaşamış toplulukları incelediğimiz zaman, aynı bölgenin bireylerinin, kabile veya din için aynı derecede dayanışma ve özgecilik gösterdiklerini iddia etmek/gözlemlemek mümkündür.

Nakao ve çalışma arkadaşlarına göre yukarıda bahsi geçen konudan çıkan sonuç şudur: Atalarımızda gözlemlenen bazı davranışlar savaş dışında başka faktörler ile ortaya çıkmıştır. Nakao, yaptıkları çalışmanın gösterdiği gibi, savaşın insan doğasına ait olmadığını ve savaşın kaçınılmaz olduğu savının doğru olmadığını vurgulamaktadır. Nakao’ya göre, barışı sağlayıp onu devam ettirme çabasının mutlaka bir karşılığı olacaktır.

 

Çeviren: Serdar Durukan

Japanese Hunter-Gatherers Defy Notions About Prehistoric Violence