“Tam Sosyal Güvenlik” Yalanı – Münür Rahvancıoğlu

“Sınıf siyaseti”, solcular arasında bile yanlış anlaşılmış bir kavramdır. Birçok heyecanlı solcu, hiçbir meseleye sınıfsal bakmazken; kendi partisini “sınıf”, partisinin çıkarlarını “sınıf siyaseti”, partisinin seçim başarısını da “sınıf mücadelesi” zanneder. Sınıfın gerçek bireyleri “cahil” ve “pis”; sınıfın çıkarları ise “popülizm” olarak etiketlenir…

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı tarafından geçtiğimiz hafta açıklanan “Tam Sosyal Güvenlik” projesi ve bu proje bağlamında solcuların neredeyse hiçbir muhalefet üretmemiş olması bize gösteriyor ki; ülkemiz solcuları, sınıf bilincinden, sınıf siyasetinden ve sınıf mücadelesinden nasiplerini henüz alamadılar. Ancak sermayedarlar ve onların hükümetlerdeki temsilcileri, bu meselede şimdiden fersahlarca yol kat etmişlerdir.

***

Öncelikle “Tam Sosyal Güvenlik” projesinin ilgili bakan tarafından nasıl açıklandığını özetleyelim.

Adına “Tam Sosyal Güvenlik” denilen proje, ülkemizde özel sektör emekçilerinin sigorta ve ihtiyat sandığı yatırımlarının gerçek maaşları üzerinden yapılmasını ve öncelikle yeni isdihdamlarda genç vatandaşların tercih edilmesini sağlamayı hedefliyor. Bildiğiniz gibi özel sektördeki yüzlerce sorundan bir tanesi de, asgari ücretten fazla maaş alan emekçilerin, yatırımlarının asgari ücret üzerinden yapılması…

“Tam Sosyal Güvenlik” projesi ile bakanlığın buna önerdiği çözüm şu: 18-15 yaş arası bir emekçiyi ilk kez istihdam etmiş bir patron, emekçinin maaşını 2500 TL net olarak ödediğini banka üzerinden ispatlar ve yatırımlarını da bu paranın brütü (2875 TL) üzerinden (805 TL olarak) yaparsa, bakanlık tüm yatırımları patrona geri iade edecek. Kısacası patronun gideri net 2500 TL ile sınırlı olacak… Lise, üniversite ve doktora derecesinde eğitim almış emekçiler için projede farklı yüzdelikler var ve yukarıdaki 2500 rakamı standart değil. Anlaşılır olması açısından bu yazıda üniversite mezunu örneğini kullanıyoruz.

Mevcut durumda üniversite mezunu çalışanına 2500 TL maaş ödediği halde, yatırımlarını asgari ücret üzerinden yapan bir patronun maliyeti, kişi başına (2500+609) 3109 TL idi. Böylece bakanlığa göre, patronlar işçi başına aylık 609 TL’lik bir “teşvik” karşılığı, işçilerin yatırımlarını işçi başına 196 TL daha fazla gösterecek. Bu da her işçi için ihtiyat sandığında 56 TL, sigortada ise 140 TL’lik bir fazla yatırım demek.

Bu durumda her işçinin 805 TL’lik yatırımı; patron (609 TL) ve işçi (196 TL) arasında pay edilerek, moda tabirle “kazan-kazan” durumu yaratılıyor.

Peki kaybeden yok mu?

Patron ve işçi arasında paylaştırılacak olan bu paranın İhtiyat Sandığı’nda yıllar içinde birikmiş fondan ödeneceğini söyleyerek başlayalım.İhtiyat sandığı işçilerin sıkıntıda kaldıklarında yatırımlarını kredi olarak kullanabildikleri ve emeklilikte birikimlerini ikramiye olarak aldıkları kurumken; Sigorta da hastalık, kaza, doğum ve emeklilik durumlarında ödenek, maaş sağlayan kurumdur.

Maaşı net 2500 TL olan bir işçi için patron tarafından her ay yatırılmasın yasal olarak zorunlu olan 805 TL, patrona teşvik olarak geri iade edildiğinde de bu kurumlar yasal işlevlerini yerine getirmeye devam edecekler. Yani kredi verecekler, maaş bağlayacaklar, ilaç-hastane masraflarını ödeyecekler vs. Sorun şu ki, bunu kaç yıl daha yapabilecekleri hali hazırda fonda birikmiş olan paranın ne kadar yeteceğine bağlı…

Ve elbet bir gün, para suyunu çekecek… Bunun acısını da işçiler çekecek… Belki de bu proje kapsamında yatırımları gerçek maaşı üzerinden yapılmış olan işçilerin kendileri, fonda para olmadığı için emekli olduklarında ikramiye alamayacaklar…

Bu durum tam da Nasreddin Hoca’nın kendi oturduğu dalı kesmesine benziyor… Tek farkla ki, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, kendi oturduğu dalı (patronların cebi) beslerken, işçilerin oturduğu dalı kesiyor…

***

İşin ilginç yanı, bu “yaratıcı” fikir ilk kez UBP-DP hükümeti tarafından gündeme getirilmiş de değil. İsmini “Tam Sosyal Güvenlik” koyan UBP’li bakan da olsa, aynı projenin “yarım” versiyonu ilk kez CTP’nin hükümeti döneminde başlatılmıştı (2013). CTP’li Çalışma Bakanı, işçilerinin yatırımlarını düzenli yapan patronlara, zaten yasal olarak yapmak zorunda oldukları şeyi yapsınlar diye, işçinin geleceğini ilgilendiren bu paranın %54’ünü (her 609 TL’lik yatırım için 326 TL’yi) geri ödeme fikrinin mucididir.

UBP’li bakan, bu fikri benimsemiş, bugüne kadar devam ettirmiş ve bugün de geliştirerek %54 olan oranı, %100’e çekmeye karar vermiştir. Projeye CTP çevrelerinden hiçbir muhalefet gelmemesinin sebebi de böylece anlaşılıyor. Fikir zaten onlara ait, bu durumda yapabilecekleri tek muhalefet; “fikrimizi çaldınız bari bir teşekkür etseydiniz”den öte olamazdı zaten…

İki parti arasındaki tarihsel devamlılık bu olayla bir kez daha tescillenmiş oluyor: Birisi Karpaz Milli Parkı’na elektrik götürür diğeri elektrik direklerini takip ederek Burun’a kadar yol yapar; birisi Göç Yasası’nı getirir, diğeri geçirir; birisi KTHY’nin içini boşaltır diğeri kapatır vs. vs.

***

Sosyal Sigorta ve İhtiyat Sandığı kurumları, sadece bizim ülkemizde değil dünyanın her yerinde fiilen işçiler tarafından oluşturulmuş sivil girişimlerdir. Çalışırken kaza geçiren, sakat kalan, yaşlanıp çalışamaz hale geldiğinde açlığa mahkum olan işçilerin bilinçli bir kesimi; maaşlarının belli bir oranını ayırarak geleceklerini ve ailelerinin aç kalmamasını güvence altına almak amacıyla bu tür da dayanışma sandıkları örgütlediler. Bu fonlarda biriken parayla; hastaneler, eczaneler, okullar, ortak mutfaklar açtılar. Günü geldiğinde grevler örgütlediler, sendikalar kurdular.

Adına devlet denilen ve patronların çıkarlarını korumakla görevli bir komiteden başka bir şey olamayan yapı; bu dayanışma sandıklarının ne kadar tehlikeli olabileceğini görünce; yasal düzenleme ile bu fonları kendi kontrolüne aldı. Bu yaptığını meşru hale getirmek için de; “eskiden fona siz 1 koyuyordunuz, şimdi ben patronlardan da 1 alacağım ve fon daha hızlı büyüyecek” dedi. Bugün “yatırımda işçi payı ve işveren payı” denilen mesele; Sigortalar’da çalışan memurların Maliye’den değil hala bu fonlardan ödeniyor olması ve İhtiyat Sandığı Fonunun yönetiminde hala bir sendika temsilcisinin varlığı o eski günlerin kalıntısıdır.

Şimdi ise patronların zaten yasal olarak yapmak zorunda olduğu ve işçilerin sendikalı olması durumunda yapmaktan asla kaçamayacakları yatırımları hilesiz bir şekilde yapmaları için; işçinin kendi parası, işçinin geleceğini güvence altına almak için oluşturulan kaynak, patrona “teşvik” olarak veriliyor. Ehliyetsiz araç kullanma yasağına uyduğu için, araç şoförlerine ödül dağıtmaktan; sırf okula geliyor diye öğrencilere sınavsız 10 vermekten, yerlere çöp atmadığı için insanları maaşa bağlamaktan ne farkı var bunun?

Fark şu ki, bu uygulama yukardaki örnekler gibi komik değil, aksine trajik… Çünkü işçiler soyulmaya devam ediyor ama devlet işçileri soyma işini teker teker patronlara bırakmak yerine bu görevi bizzat üstleniyor; elini işçi sınıfının cebine atıyor ve bulabildiği tüm parayı, patronun cebine aktarıyor…

***

Özel sektörde örgütlü, kendine sol diyen bir partiye biat etmemiş bağımsız bir sınıf sendikası olsaydı; yani köyün sokakları köpeksiz olmasaydı, bu yağma, bu talan, bu aleni hırsızlık böylesi kolayca yapılabilir miydi?

Özel sektör emekçilerinin bir sendikası yok ve et de bıçak da patronların elinde; peki “sınıf siyaseti” yapan, “sınıf bilinçli” solcular neden hiç sesini çıkarmıyor?

Şair “dünyanın en tuhaf mahlukusun yani, hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf” derken bu tür solculardan bahsediyordu aslında… Onların tüm dünyası, Kıbrıs sorunu, görüşmeler, müzakereler, AB, UNOPS, UNDP, fonlar ve dönem dönem yinelenen seçimlerden ibaret olduğundan; solculuktan hararetle bahsetseler de emekçi sınıfın çıkarlarına uzak olmaları çok doğal değil mi?

Tıpkı, emekçilerin kendi çıkarlarını savunmaları için, kendi örgütlerine sahip olması gerektiği fikrine; sendikasız çalıştırılmanın yasaklanması gerektiğine uzak oldukları gibi…

Tıpkı “tam sosyal güvenlik” adı altındaki bu “tam soygun”da ortak oldukları gibi…

Münür Rahvancıoğlu
Bağımsızlık Yolu Genel Sekreteri