Yakarsa Dünyayı Kim Yakar? – Mustafa Keleşzade

Bağımsızlık Yolu Lefkoşa Bölge Örgütünün açtığı Müslüm Gürses görselli, “yerli göçmen diye emekçiyi bölene – emek ile sermayeyi bir görene – kadına şiddete itirazım var” yazılı pankart sosyal medyada oldukça tartışıldı. Pankartın yazılmasında hem fiziksel olarak bulunan, hem de yazılmasını ısrarla öneren biri olarak pankart üzerine dönen tartışmaları da iyice incelemeye, gelen eleştirilerden de örgütsel hafıza için çıkarılabilecek derslere bakmak istedim. Tartışmalara baktıkca aslında tek bir eleştiri olmadığını belli noktalarda kesişseler de üç ayrı zeminden gelen eleştiriler olduğunu gözlemeledim. Bu eleştirileri kesin çizgilerle birbirinden ayırmadan bir tavır belirlemenin ise ne denli yanlış olacağını fark ettim. Bu eleştirilerin ne olduğuna gelmeden “nereden çıktı bu pankart” sorusuna bir cevap vermenin uygun olacağını düşünüyorum. 

Nereden çıktı bu pankart?

Hepinizin malumudur Bertan Zaroğlu’nun son olarak polisle yaşadığı olay. Olayın tüm vehametinin yanında sonrasında Bertan Zaroğlu’nun olayı “ben Türkiyeliyim diye bana ayrımcılık yapılıyora” nasıl çektiği de malumunuzdur. Zengin bir ailenin çocuğu olmasının ve aileden gelen nüfuzunun tüm yönlerini Kıbrıs’ta da kullanıp onca hakkı olan göçmen emekçi vatandaş olamazken vatandaş olmuş olmasına rağmen etnik köken üzerinden, kimlik üzerinden siyasetin daniskasını yapıyordu Bertan Zaroğlu. Kıbrıslı miliyetçiliği üzerinden siyaset yapanlar ise Bertan’ı yaptığı veya söylediği şeylerden değil etnik kökeni üzerinden eleştirerek Bertan’ın ekmeğine yağ, bal ne bulurlarsa sürüyordu. Bu olay ada yarımızda yıllardır yaşananların sadece küçük bir kesitidir. Kıbrıslı miliiyetçiliği yapanlar Bertan’lardan, Bertan’lar ise Kıbrıslı milliyetçiliği yapanlardan yıllardır beslenmekteler. Yerlisi ve göçmeni ile halkımız ise hem Türk milliyetçilerinin, hem de Kıbrıslı milliyetçilerinin inşaat şirketlerinde çalışırken ölüyorlar, sosyal güvencesiz günde 12-14 saat onların butiklerinde, otellerinde vb. sömürülüyorlar. 

Tam da bu duruma bir karşı duruş olarak, Bağımsızlık Yolu yakın zamanda bir çıkış yaparak kimlik değil, sınıf mücadelesi söylemini ön plana çıkarmış durumdadır. Açılan pankart ise sosyalist hareketlerce farklı coğrafyalarda kullanılan “halkların savaşına – sınıfların barışına hayır” sözünün içinde bulunduğumuz duruma ve koşullara uyarlanmış hali olarak kurgulanmıştır. Şimdi gelelim eleştirilere. 

“Arabesk sola karşı bir silah olarak kullanılmıştır”

Eleştirilere baktığımızda göze çarpan bir eleştiri Müslüm Gürses’in bir popüler kültür figürü, bir arabesk figürü olduğu ve bunun müziğin içini boşaltarak kitleleri apolitize etmek adına adeta bir uyuşturucu olarak kullanılmış olduğu noktasıdır. Bu eleştiri sistemin arabeskle ilgili amaçladığı, özellikle 80’li yıllarda başarılı da olduğu şey ile ilgili büyük oranda doğrudur. Bu etkinin Ahmet Kaya’nın ilk etapta devrimci arabesk olarak da tanımlayan ardından ise özgün müzik olarak kendisinin de tanımladığı tarzın gelişimine kadar da bu doğrultuda ilerleyebilmiştir. Bu konuda özellikle şu noktayı anlamanın önemli olduğunu düşünmekteyim, egemenlerin her zaman belli bir ajandası olacaktır, önemli olan devrimcilerin bu ajandanın karşısına neyi koyacağıdır. Örnek verecek olursak ODTÜ ABD tarafından SSCB’ye dönük bir silah şeklinde ve Türkiye’de emperyalizmin akademik kalesi olsun diye inşa edilmiş ama bu arzusu devrimcilerce yerle bir edirmiş ODTÜ günün sonunda devrimci hareketin düşmeyen kalesi durumuna gelmiştir. Elbette arabesk ile ilgili mesele bu değildir. Fakat Arabesk hitap ettiği kitle itibari ile toplumun en alt sınıfındaki kesimlerin acısına hitap etmek üzerine kurulu bir müzik tarzıdır. Bu müziği ve sembolleşmiş figürlerini redetmek günün sonunda o kesimleri anlayabilmemizin ve erişebilmemizin önüne geçecektir. Bu ise bizi bir grup kendi arasında tartışan entellektüel noktasına getirecektir. Bunun literatürde tanımının varacağı yer ise elbette ölyeyse racon keselim, ahlakçı olalalım, fakir edebiyatı yapalım değil dediğim. Tarihte bunu da yapmaya çalışan sol siyasetler olmuş ve günün solunda da ya tarihin çöpüğünde yerlerini almışlar ya da sol karakterlerini tamamen kaybetmişlerdir. Onların hataları sırf halk bunu destekleyecek diye kendi ideolojilerini terk edip, Arabesk’in ideolojisine yerleşmiş olmalarıdır. Yapılması gereken ise tam tersidir. Eğer arabesk müziğin içini boşaltıyorsa ve sorun buysa Arabesk’i ideolojik olarak silahlandırmak egemenlerin emekçilere karşı kullandığı silahı egemenlere çevirmek anlamına gelecektir. Nitekim Müslüm Gürses bunu yapmaya oldukça uygun bir figür teşkil eder. Bizim pankartta Müslüm Gürses’in “itirazım var” şarkı sözü emek mücadelesi ile silahlandırılmıştır. Sıkça solda kullanılan diğer bir sözü ise “yakarsa dünyayı garipler yakar” sözüdür. Bu söz Marx’ın emekçilerle ilgili temel tanımları ile birleştirerek ortak bir zemin yaratmaktadır. Devrimci Praksis Müzik Grubu da yine bu sözü silahlandırarak oldukça güzel bir şarkı yaratmıştır. 


Popüler kültür ile ilgili de durum böyledir ya halkın olumlu olumsuz yönleri olduğu gibi yansıtalarak popüler ama içi boş bir figür yaratılır (bknz: Recep İvedik veya başka bir Recep) ya da popüler kültür silahlandırılarak ilerici bir misyon oluşturarak tekrardan sokağa salınır. Geçtiğimiz yıl yine BY Lefkoşa Örgütü Pokemon göndermesi olarak “Seni Seçtim Proleterya” pankartı ile 1 Mayıs’ta yürümüştü. Game of Thrones’un “Winter is Coming” sözü bu şekilde çok farklı yerlerde sokak ile buluşmuştur. Turkcell’İn yarattığı ve popüler kültür ikonuna dönen Selo Can karakteri Kürt Hareketince Selahattin Demirtaş üzerinden öyle içi doldurulmuştu ki, Turkcell bu ağırlığı kaldıramayarak Selo Can karakterinden vazgeçmek zorunda kalmıştı. 
Arabesk ve popüler kültür kullanımı üzerinden yapılan eleştirilerin varlığı Bağımsızlık Yolu’nu rahatsız etmez. Bilakis örgütümüzün emek mücadelesini şekillendirirken kullanacağı taktiklerin ne olması gerektiğinin farklı insanlarımızın derdi olması bizleri mutlu eder. Bu çerçevede bu kişilerle etrafımızdan sesler olarak ama özleneni aynı örgüt çatısında oturup tartışmak daha iyisine varmak bize mutluluk verir. 

“Müslüm Gürses kadına şiddet uygulardı”

Müslüm Gürses’in kadına şiddet uyguladığı noktası ise diğer bir eleştiriyi oluşturur. Gerçekten de Müslüm Gürses’in eşi Muhterem Nur’un özellikle ilişkilerinin ilk yılları ile ilgili net bir şiddet beyanı vardır. Bu beyanı pankart yazıldıktan sonra bölge üyelerimizden gelen bazı eleştirilerle öğrenilmiştir. Pankart her ne kadar tıpkı “Seni Seçtim Proleterya” panklartından olduğu gibi barındırdığı figürü her yönüyle onayladığımızdan değil o imgenin kuracağı bağ üzerinden kullanılmış olsa da kadına şiddet konusu bizler için hayati bir konu olduğundan bu eleştiri, pankartın açılmadan atılmasına varıncaya kadar farklı nokatlar üzerinden uzunca değerlendirilmiştir. Tam da bu noktada eleştiriyi yapan üyelerimizden birinin önerisi olan pankartta örgütümüzün sözüne “kadına şidddete-itirazım var” eklenmesi önerisi hassasiyeti gidermek için bir yöntem olarak benimsenmiş ve kadın mücadelesinin de bir sembolü olan mor kalemle bu vurgu da eklenmiştir. 
Buna rağmen gelen eleştirilerin varlığı bize toplumumuzdaki kadına yönelik şiddet ile ilgili duyarlılığın yüksekliğini göstermiştir. Kadına şiddet konusunu sığınma evi talebi ile gündemleştiren, 25 Kasım ve 8 Mart’larda sokağı örgütleyen, kadın cinayetlerinin ve kadına şiddetin takipçisi bir siyaset olarak bu durum bizi mutlu etmiştir. Bu konuda duyarlılık gösteren dostlar bilsinler ki duyarlılıkları paylaşılmaktadır. Daha farklı ne yapılabileceği ile ilgili gelen samimi eleştiri ve önerilerin BY açısından önemli olduğu ve değerlendirileceği de bilinmelidir. 

Pankartın sözüne karşı olanlar

Pankarta gelen ve özellikle diğer iki eleştiri grubundan hem ruhu, hem içeriği olarak ayrılması gerken üçüncü grup ise pankartın sözüne komple karşı olanlardır. Bu gruba Kıbrıslı Milliyetçileri ve Türkiyeli düşmanları diyebiliriz. Bu grubun eleştiri zemini ne Arabesk noktası, ne de kadına şiddettir. Türkiye’den her hangi bir figürün pankartta olmasına karşı çıkarlar, Türkiye halklarını komple işgalci olarak tanımlarlar ve yaptıkları işgalci tanımının Avrupa’da neo-nazilerce yapılan göçmen düşmanlığını yapmalarını haklı çıkartmasını ve onları faşist değil “solcu” olarak göstermesini beklerler. Böylece Marx-Lenin’den beslendiği gibi özellikle pratikte Mahir Çayan’lardan, Deniz Gezmiş’lerden, İbrahim Kaypakkaya’lardan beslenen Kıbrıslı Türk devrimci hareketi geleneğini komple yok sayarlar. 

Pankartın üzerindeki her hangi bir noktaya değil arkasındaki “kimlik değilk sınıf mücadelesi” fikrine, bunun solda temel çıkış noktası haline gelmesi ve kendi durdukları noktanın ırkçılığının görülmesi korkusu ile hareket ederler. 

Bu kesimler her hangi bir sol siyasetin kendileri atamıyorken ileriye doğru bir adım atmasını, yerli ve özellikle göçmen emekçi kesimlerle bir bağ kurmasını istemezler. Kıbrıslı Türklerin yok olmaya mahkum olduğunu, bu mücadelenin kaybedildiğini iddia eder ve bu iddiayı kabul etmeyip mücadele eden herkesi de düşmanı görürler. 
Bu kesimi ayrıştırmak gerekir, çünkü Bağımsızlık Yolu bu kesimce eleştirilmesinin atılan sınıf mücadelesi adımının hem doğru olduğu, hem de amaçlanan etkiyi yaratmaya başladığı anlamına geldiğini bilir. Diğer kesimlerce gelen eleştiriler kulak verilmesi ve değerlendirilmesi gereken eleştiriler olarak görülürken, bu kesimlerce eleştirilmek BY için Praksis Müzik Grubu’ndan Yakarsa Dünyayı şarkısını dinlemekle eşdeğerdir. Çünkü BY için yakarsa dünyayı kim yakar sorusunun cevabının etnik milliyetçilik yapanlar olmadığı nettir ve cevap da Marx’ın ciltlerce tanımladığı kadar bilimsel, Nazım Ustanın aşağıdaki dizelerde betimlediği derece şiirsel, Müslüm Gürses’in de bir nefeste okuduğu cümle kadar basittir: 

“Onlar ki toprakta karınca, 
suda balık, 
havada kuş kadar 
çokturlar; 
korkak, 
cesur, 
câhil, 
hakîm 
ve çocukturlar 
ve kahreden 
yaratan ki onlardır, 
destânımızda yalnız onların mâceraları vardır.” 
Nazım Hikmet Ran

Yakarsa Dünyayı Garipler Yakar” – Müslüm Gürses

Mustafa Keleşzade 

Bağımsızlık Yolu Lefkoşa Bölge Sorumlusu