BELEDİYELER VE MİMARİ HEGEMONYA – ULUTAN DENİZER

Kentsel yaşamı yönetme, geliştirme ve daha yaşanabilir kılmakla sorumlu yerel yönetimler her ne kadar bu görevi üstlenmiş gibi görünseler de ülke siyasetinden veya sorunlarından soyutlanmış değildirler. 1970’lerden sonra ortaya çıkan neo-liberal kentleşme olgusu, insanlara daha iyi yaşam koşulları sunmakla ilgili değil, küreselleşme, kar, sermaye birikimi ya da ideolojik çıkar amaçlarını içinde barındıracaktır. Ülkemizde yoğun bir sermaye trafiği görünmese de, yaşamın her alanında neo-liberalizmin etkileri fazlasıyla hissedilmektedir. Şimdiye kadarki süreçte belediyeler yaşanabilir bir kent için halkın ihtiyaç ve taleplerine çözüm üretemedi. Birçok sorunun kaynağı diyebileceğimiz imar planı eksikliği ve bunun kapsamındaki yol, kaldırım, yürüyüş ve bisiklet yolları, yeşil alan, park, oto park gibi kent gereksinimleri hep lafta kaldı.

Bazı belediyeler, yıllardır hayata geçirilmesi beklenen imar planlarını bir tarafa bırakmış, bütçesini modern mimariyle tasarlanmış, belediye sarayı, kültür merkezi, gençlik merkezi, spor salonu gibi yapılar inşa etmeyi tercih etmişler. Bu pahalı ve gösterişli binalar sanki her biri kendi başına birer merkez ve güç odağı haline gelmişler. Farklı strüktür, cam cepheler, taş ve panel kaplamalar, kimi zaman yüksek kolonlarla tasarlanmış cepheler herhangi bir bina olmaktan çıkıp sanki bir hegemonyayı simgelemekte. Ancak biliyoruz ki bu tür yapılar hem görsel hem de mekansal olarak toplumdaki tüm sınıfları kucaklayacak nitelikte değiller, koşullara göre belli çevreleri davet ediyor hatta belki de belli çevreleri de örgütleyeceklerdir.

Kentlerimizin kültürel mekanlara, aktivite merkezlerine ya da spor salonlarına ihtiyacı olmadığını ya da yapılmaması gerektiğini söylemiyoruz, ancak günümüzde hakim hegemonyayı pekiştiren bu modern yapılar, kamusal mekanların tersine toplumun farklı sınıflarını yakınlaştırıcı değil ayrıştırıcı bir görev üstlendiklerini söyleyebiliriz. Aynı yöntemle, yani kapitalist gelişmeyle daha büyük ölçekteki kentler de güç ve rant uğruna hem doğayı insandan hem insanı insandan ayrıştıracak ve yabancılaştıracak şekilde tasarlanıyor.
Hem geçmişte hem günümüzde mimari, farklı coğrafyalarda farklı amaçlar için kent yaşamında belirleyici bir rol üstlenmiştir. Stalin döneminde halk için yaptırıldığı söylenen Moskova’nın Yedi Kule’leri ayrı bir tartışma konusu fakat yine bu görkemli yapılar Stalin’in emriyle kapitalist ülkelere karşı zafer sonrası bir güç gösterisi olarak inşa edilecekti. Öte yandan verimsiz çöllerin üzerine inşa edilen Dubai kenti son 20 yılda dünyanın en hızlı büyüyen kentleri arasında yer aldı ve yapay bir turizm kenti haline geldi. Dubai’de bir meydan bulunmaması kentin her yöne doğru büyüme potansiyeli olduğunu gösteriyor. Tarihsel süreçte Tahrir’den Taksim’e, Sarayönü’nden Wall Street’e, Moskova’dan Madrid’e, meydanlar birçok sınıf mücadelesine tanıklık etmiştir. Bu bakımdan kentsel tasarım meydanlar ve sınıf mücadelesi açısından büyük bir öneme sahiptir.
Kentler büyürken, mimari tıpkı teknoloji gibi insan yaşamını kolaylaştırmak yerine insan onurunun küçüldüğü, değersizleştiği bir hegemonya tasarlamak için kullanılıyor. Hal böyle olunca halkın önceliği olan ‘yaşanabilir bir kent’ umudu yine erteleniyor.

29 Haziran seçimleri için başkan adaylarının seçim propagandası olarak alelacele hazırladıkları birbirinde güzel, süslü ve aynı zamanda ilginç projeleri göze ve kulağa hoş gelebilir. Bazıları o kadar ilginç ki anayasada çıkarmayı unuttukları(!) askeri vesayetin işgal ettiği bölgelerin üzerine sahil projeleri, yat limanları, yürüyüş yolları, binalar ve parklar tasarlamışlar. Birçok soru işareti, çelişki ve kafa karışıklığıyla seçime hazırlanılırken, bizler, yani halk için yaşanabilir bir kent, yaşanabilir bir ülke hayal edenler; güneşlilere, yıldızlılara ve onların anayasalarına hayır diyeceğiz.

Ulutan Denizer

Be the first to comment

Leave a Reply