BİZİM OLMAYAN EVİMİZ – Ali Şahin

Sınır kapıları açılalı kısa bir zaman geçmişti.

Maraş, Derinya’da oturuyorduk ve yaşadığımız bölge 1974 öncesi komple Kıbrıslı Elenlere aitti.

Derinya öyle bir mahalleydi ki, orada oturanlar yıllar yılı “buralar kesin verilecek” korkusuyla evlerine masraflı bir tadilat yapmaya dahi çekiniyorlardı.

Kapılar açılınca, hemen her gün yaşadığımız mahalleye Kıbrıslı Elenler geliyor ve gelen herkes savaş sonucu bıraktığı evini en azından görmeyi umuyordu.

Öyle de oluyordu.

Birkaç istisnai tepki dışında evlerde oturanlar evin gerçek sahiplerine kapıları açıyor hem Kıbrıslı Elenler de savaş sonucu bıraktıkları evlerini hem içerden hem de dışarıdan görebilme şansı yakalıyorlardı.

Duygusal anlar yaşanıyordu haliyle.

Düşünsenize; 30 yıl sonra evini görebilmek nasıl bir duygu yaratıyordu insanlarda.

Aynı durum güneyde kalan evini görmeye giden Kıbrıslı Türkler için de geçerliydi.

Türlü türlü anılar tekrardan göz önüne geliyordu.

Bizim evin sahipleri epey bir zaman ortalarda görünmedi.

Mahallede birçok eve gelen olmuştu ama bize gelen giden yoktu.

Bir ara, acaba bize biri gelmeyecek mi diye düşünmeye başlamıştım!

Açıkçası bize de birilerinin gelmesini istiyordum.

Doğduğum günden beri içinde yaşadığım evde daha önce kimlerin yaşadığını çok merak ediyordum.

Sanırım farkında olmadığım bir sempati besliyordum hiç görmediğim ve bilmediğim insanlara karşı.

Mutlu bir şekilde oluşan bir ortaklık olmasa da aynı evde yaşamanın “onlar” ile “bizler” arasında ortak bir şeyler yarattığını düşünüyordum.

Eşya olarak ortak sayılabilecek pek bir şey yoktu, çünkü evin savaştan sonraki ilk sahibi biz değildik.

Ailem evi 1984 yılında Türkiyeli bir emekli asker olan Fethi Bey ve Limasollu eşinden satın almıştı.

Fethi Beylerden geriye bize kalan “ganimetler” üzerinde Akrapolis resmi olan iki tane süs tabağıydı.

Ancak buna rağmen 16 yıldır yaşadığım ev bizim ortak tarafımızdı.

Ve sonunda bizim sıramız da geldi.

Annem yazları halıları kaldırırdı, ben de özellikle öğleden sonraları serin mermerin üzerine yatar ve televizyon seyrederdim.

Yine böyle bir gündü ve kapı çalındı.

Abim ve anemin nerede olduğu hatırlamıyorum fakat evde yoktular ve evde yalnızdım.

Keyfim kaçmıştı, tam televizyon seyrederken “bu kim yahu” modu ile açtım kapıyı.

Bir baktım Nermin Abla, almış yanına çoluk çocuk birilerini kapıda duruyor.

“Ne ister acaba?” diye düşünürken biraz da çekinerek mevzuya girdi.

–       Ali, annen yoktur evde?

–       Yoktur Nermin Abla

–       Haaa, bu insancıklar bu evde otururlarmıştı be ablam, isterler bir baksınlar eve izin verirsanız?

Ne yalan söyleyeyim, afallamıştım!

Niçin önce Nermin Ablalara gitmiş ve bize onunla gelmişti hatırlamıyorum.

Muhtemelen kapının önünde karşılaşmışlardı.

Nermin Abla’nın kocası Hüseyin Abi (Hüseyin Bisso)çok iyi Yunanca (Gibriyaga) bilirdi ve iki ev yanımızda oturuyorlardı.

Sanırım Nermin Abla’nın rehberliği bu şekildi gerçekleşmişti.

Kim olduklarını anlayınca fena olmayan İngilizcemle insanları buyur ettim.

Yanılmıyorsam genç birer kadın ve adam, beraberlerinde de iki ya da üç çocuk vardı.

Kadın, “ailemin evde olup olmamasının ve eve girmelerinin sorun olup olmayacağını” bizzat kendi de sordu.

Onlara, “eve girmelerinin hiçbir sorun olmayacağını” söyledim.

Özellikle kadın, yüzünden okunabilir mutluluk ve hüzün karışımı bir duygusallıkla eve girdi.

Eve gelenler evin sahibinin kızı, kocası ve çocuklarıydı.

Dolayısıyla odaları gezdikçe anılar kadının ağzından dökülmeye başladı.

Kocası ve çocukları onun anılarına ancak eşlik edebiliyorlardı.

Bizim televizyonu koyduğumuz yere yılbaşı zamanı Noel ağacı koyduklarını, evin arka panjurunu babasının taktığını ve takarken camın kırılarak babasının ayağının kestiğini, arka bahçede şu anda evin boyunu geçen ekşi ağacını babasının ektiğini anlatı.

Ortam duygu anlamında hayli yoğundu.

Ben ise mahcubiyetle karışık bir misafirperverlik heyecanı yaşıyordum.

Mahcubiyetim, kadın anılarını anlattıkça artıyordu.

Onu, tüm bu anılarını yaşadığını evinden ayıran benmişçesine utanıyordum.

Bir şey içerler mi diye sordum ve onlara az önce ekildiği günü hatırladığı ağacın ekşilerinden yapılmış limonata ikram ettim.

Tam o sırada annem de geldi.

Annem çok iyi olmasa da sohbet edebilecek derecede Yunanca (Gibriyaga) bilirdi.

O gelince rahatladım.

Çünkü benim fena olmayan İngilizcem alarm vermeye başlamıştı.

Evin gezilmesi bitti ve ön balkona geçtik, sohbete devam ediyorduk.

Komşular da merakla bizde toplanmıştı ve bizim ön balkon kapasitesini zorluyordu.

Bir çekingenlikle gelen aile gördüğü olumlu tepki ile mutlu olmuşlardı.

İşte o sırada beni duraklatan bir şey oldu.

Eski evlerde, balkon mermerlerin kenarları genelde kırık olur.

Maraş’taki evler de yeni sayılmazlardı ve bizim balkon mermerleri de kalan bir iki parçası hariç bu genele dahildi.

Sağlam kalan bu bir iki parçanın olduğu tarafta kadının kocası ve bir çocuğuyla ayakta duruyor, sohbet ediyorduk.

Derken çocuk, sağlam kalan mermer kenarıyla ayağıyla oynamaya ve hafiften mermeri kırmaya başladı.

Henüz babası görmemişti, fakat ben görmüştüm.

Normalde çok rahat çocuğa “yapmamasını” söyleyeceğim bir olaydı fakat ağzımı açamadım ve çocuğu babası onu görüp durdurana kadar birkaç saniye öyle sessizce bekledim.

Kime, kimin evine zarar vermemesini söyleyeceğimi şaşırdım.

O çocuğa hangi sıfatla kızacağımı bilemedim!

Ev bizim miydi yoksa onların mı?

Aslında cevabı açıktı; bizim, bize ait olmayan bir evimiz vardı.

Beni şaşırtan şey yeni bir şey değildi, yıllardır bu gerçekle yaşıyorduk.

Yeni olan artık konuyu değiştirerek bu gerçekten kaçamayacağımızdı.

Ali Şahin

Baraka Aktivisti

Be the first to comment

Leave a Reply