BÜYÜK PATLAMA – BAŞAK ÖNEL

BÜYÜK PATLAMA

Kurguladık Vurgulamak İçin

 

 Her cumartesi yaptığım gibi sevdiğim bir melodiyi dudağıma iliştirmiş, balkonumun en güzel köşesinde güneşin günü yıldızlara emanet edişini izliyordum.

– “Neler yaşadık…” dedim kendi kendime.

– “Neler de gördük!”

– “Yıllarca evde, sokakta, gazetede, televizyonda barış da barış dedik durduk. Artık sınırlar yok! Adanın genelinde üretim yapılıyor. Kimseye yok bir bağlılığımız!”

 

Dudağımdaki melodi titremeye başlamış; artık bir iniltiye dönüşmüş notalar, gözyaşlarımla ıslanmaya başlamışlardı.

Sınırlar kaldırılırken tek bir şarkı söylenmemişti benim ülkemde, tek bir çalgı çalınmamıştı. Bir dudak kıvrımı kadar minik bir gülümseme dahi yoktu suratlarda ve dans eden tek şey ağaçların hastalıklı yapraklarıydı.

 

Balkonuma misafir olan hafif bir rüzgar Ziya Ormancıoğlu’nu taktı aklıma. Nazım’ı sonra… Ziya Abi, yan gelecekti kurtuluşta ve koca Nazım, keman çalacaktı kurtuluştan sonra bir bayram akşamında…

Sözcükler içimde yer bulamayıp dışarıya fırladılar birden. Sesli bir şekilde bağırdım:

 

-“Ah, bu ne büyük bir ihanet onlara!”

 

Hemen dönüp etrafıma baktım kendi kendime konuştuğumu bir duyan oldu mu diye. Gerçi bu coğrafyada kendi kendine konuşmayan bir insana rastlamak mümkün değildi son günlerde.

 

Akkuyu’daki nükleer santralde gerçekleşen büyük patlamadan sonra ada karantina bölgesi ilan edilmişti. Ne adadan ayrılan ne de adaya inen bir uçak vardı. Kıbrıs, yüzölçümü büyük bir hapisaneye dönüşmüştü.

Önce bocaladık biraz… Sonra üretmeye koyulduk… Bir süre sonra milliyetçiliğin karın doyurmadığı algılandı. Doğal kaynaklar açısından birbirimize muhtaçtık. Sınırlar açıldı, üretim ortaklaştı. Artık Kıbrıs’ta savaş, hayatta kalabilmek için veriliyordu.

 

Üretiyorduk üretmesine de ürettiğimiz herşey bizi biraz daha zehirliyordu. Toprak, su ve ada üzerinde yaşayan tüm canlılar nükleer toz yağmurlarıyla yıkanmışlardı. Artık derede akan su,   su değildi… Dalda salınan meyvanın boynu bükük… Bu gidişle doğal kaynakların tükeneceği dilden dile dolaşıyor, dolaştıkça yaşanan korku büyüyordu. İnsanlar hergün yeni bir felaket bekliyor olmuşlardı. Çocuklar sokağı terketmişti, aşıklar sokağı terketmişti, herkes sokağı terketmişti!

 

– “Bir tek insan yüzüne hasret kaldık!”

– “Maskeler ve maskeler! Heryerde maskeler!”

 

Balkon monoloğum uzadıkça gerçekten deliriyor olduğumu düşünmeye başladım. Birden üstümü başımı düzeltip oturduğum sandalyede dikleştim.

 

– “Sanki daha düzgün oturunca akıl sağlığım gayet yerindeymiş gibi görünecek!”

 

Aynı sokağı paylaştığımız birçok kişi zaten “deli” lakabını çoktan takmışlardı bana. Hemen herkes, radyoaktif toz zerreciklerini solumamak için sokağa çıktıklarında maskeyle dolaşmaya özen gösteriyordu. Bense kısacık kaldığını düşündüğüm ömrümde çıplak gözlerimle görmek istiyordum son kez doğayı. Reddediyordum maske takmayı. Deli olarak mimlenmemin sebebi de buydu.

 

Patlama gerçekleştiğinde beş aylık hamileydim. Çocuğum doğduğunda bir ayağı gelişmemişti ve bir kolunda kafasıyla aynı büyüklükte bir kitle vardı. Benim çocuğum sadece iki saat canlı kaldı. Sonra onu formaldehit dolu kocaman bir kavanoza koydular. İncelemek için…

 

– “Biz en büyük ihaneti kendi kendimize ettik!”

– “Size diyorum duyuyor musunuz? Heeeyyy!!!”

Artık ayağa kalkmış bağırıyordum. Civar apartmanlarda camların ardından bana bakan gözleri hissedebiliyordum. Benim gibi onlar da ihanetlerinin farkındaydılar…

 

Vakit iyice geç olmuştu. Balkon kapısına tutunarak topallaya topallaya eve girdim. Bacağımda çıkan tümör, yürümemi iyice zorlaştırmaya başlamıştı. Sonunda yatağıma ulaştım ve yüz kiloluk bir külçe gibi kendimi yatağa bıraktım. Üstümdeki ağırlık çaresizliğin ağırlığıydı…

 

Başak Önel

Baraka Dostu

Be the first to comment

Leave a Reply