DOĞUŞ DERYA’NIN HAKLILIĞI VE KANTARIN TOPUZU – ALİ DOĞANBAY

            Doğuş Derya’nın, tarihi, devlet dersinden ayağa kaldırarak ikmale bıraktığı meclis konuşmasını dinledikten sonra Diyarbakır zindanlarının korkunç işkencecisi ve “Co” adlı köpeği ile nam salmış Esat Oktay Yıldıran’ın dönemin 7. Kolordu Komutanı Korgeneral Kemal Yamak ile birlikte Kıbrıs’ta görev yaptığını hatırladım. Hatırlamak zorunda kaldım çünkü milliyetini üstün kılmayı bir millet olabilmek için esas sayanların ve esasında bozulmasını istemedikleri yapının nimetlerini her türlü kullanışlı hale getirmek için türlü kullanışlı numaralarla durmadan vatan, bayrak, toplu mezarlar, ölümler, genç ölümler, ve savaş naraları satanların, tank ve top seslerini duyduklarında yerleri için değil nimetlerinin yerlerinin bozulduğunu göreceği için genelde en uzağa doğru kaçacak olanların sahtekarlıklarını da hatırladım. Hatırladım, çünkü savaşlar yanlış hatırlatmaz ölümleri. Ve savaşta herkes ölür, kol ve bacak, kafa ve göz, gencecik ve fidan gönüller, ve o gönüllerin içinde tir tir titreyen aşklar, ve bir kadının dudağının izi, her şey ölür, fakir bir mahallenin damı, bir ananın yüreği, her şey ve herkes ölür, bir tek bunlar ölmez. Bunlar durmadan konuşurlar. Ve ne yazık tarihim, bir kadının gözlerinin içine bakarak konuşamayacakları gibi bir kadınla nasıl konuşulacağını da bilmezler.

            Esat Oktay Yıldıran’ın Diyarbakır zindanlarına bıraktığı acı ve korkunç faşizmi ve uyguladığı psikopatça yöntemleri yazmayacağım.  Fakat o dönem cezaevinde bulunan ve onun ağzından “tarihe tanıklık etmiş” olanların söylediklerinden öğrendiklerimiz var. Ve biliyorsun, tarih yazılırken müfredata uygun yazılır ve yalnızca coğrafya değil tarih de ganimetlenir ve aslına uygun işlenir fakat tarihe tanıklık etmek tamamen çağına uygundur, insan sesidir, ve tam da bu noktada, Doğuş Derya Hanım’ın dediği gibi,  “tek acı çeken biz değiliz”, çünkü tetiği çeken tek biz değiliz, çünkü bir savaş meydanı varsa iki ordu vardır, üniformaları ve silahları ile aynı kamuflajın tarihini yazmak isterler fakat birini ötekinden ayıran – ya da birleştiren- ne yazık ki bir başkasını öldürdüğüdür. Ve faşizm tam da Doğuş Hanımın dediği gibi, mağdur edebiyatından beslenerek, ve kendinden başkasının acısının pek önemsenmediği ve hatta aşağılandığı daha da korkuncu ki şu anda yaşıyoruz, Doğuş Hanım’a yaptıkları gibi, kendi kamuflaj tarihlerinin aksine bir şey söylendikten ilk andan sonra onu en bayat, ucuz, ve hatta insanca olmayan ne varsa, cümle kalıbı ve insan kalıbı olarak saldırıya geçerek itibarsızlaştırmak istemektir.

            İşkenceci Yüzbaşı Esat’la ilk karşılaştığı anı anlatan Selim Çürükkaya, Yüzbaşı’nın mahkumlara hitap cümlelerini şöyle anlatıyor: “Beni dinle! Ben doğrudan Genelkurmayın emriyle buraya atandım. Benim adım Esat Oktay Yıldıran’dır. Ben Kıbrıs’ta Rum çocuğunu, bıçakla kesmiş, babasının gözlerin önünde kanını şarap niyetine içmiş adamım.” Suphi Orak ise anılarında Esat Oktay Yıldıran’ın işkence yaparken zevk aldığını açıkça söylüyordu ve bir keresinde tanık olduğu ve büyük bir iğrençlikle hatırladığı ve unutamadığı o konuşmasını şöyle aktarıyor: “1974 Kıbrıs Harbi’nde bir Rum köyüne saldırı düzenledik. Bu köyde başını kestiğim bir Rum çocuğun kanını içtim. Siz Kürtlerin kanını içsem bile doymam.” Diyarbakır cezaevi tanıklarından Yılmaz Sezgin, Esat Oktay’ın gece 3’te sarhoş gelerek “Rum çocukları nasıl doğradığını” anlattığını söylerken, savaşta tutsak düşen Rumlara nasıl işkence ettiğini, bu konuda nasıl uzman olduğunu ve onları nasıl işkence kobayı gibi kullandığını, mahkumları birbirlerine zorla tecavüz ettirdiğini, bunları nasıl izlediğini, kadınlara nasıl tecavüz ettirdiğini, anlatıyordu.

Anlatmak iyidir, korkmayın. Çünkü daha korkuncu sadece korkmak ve anlatmamaktır. Zindanda, savaşta, işkencede, ya da sokaklarda, insanlar tarihin kamuflajsız tarafına hikayeler düşürüyor.  Ve mümkün mü bir acının herhangi bir yerinde, birisi başka birisine silah doğrulturken ve doğrultmakla kalmayıp tetiğe basarken sadece acıklı yanıklı ve asitli tarafın “tek” olması. Sen Esat Yıldıranların sadece bu tarafta olduğunu düşünüyorsan da yanılıyorsun arkadaş. Başka bir Esat Yıldıran’da Rumların tarafındaydı ve üniforma giyiyordu, eli tetikteydi. Yani esasen Esat Yıldıranlar değil, Esat Yıldıranları yaratan üniformalar ve onlara bir de milli kumaş giydiren yöntem ve uygulamalarla kavga ediyoruz, çok merak ediyorum, ilk derste, parmağını ilk kaldırdığında, Esat Yıldıranlara ne anlattı tarih öğretmenleri? İşte onu anlatmayacağız, o dersle ve tarihle kavgamız, onu kaldıracağız…

Derdimiz sizinle değil ki. Derdimiz üniformalarla, ve o tetiği çektirmek için dünyanın çeşitli ve birbirine benzemez yerlerine aynı bombaları atan ve insanları birbirinden ayırmak için daha çok ganimet ve kamuflaj hikayesi yazdırmak için iktidar tutan, iktidar yapan, o iktidarlar yoluyla halkları birbirinden uzak düşürmek isteyenlerle, ve onların yılmaz bekçileriyle ve öğretmenleriyle…

Tarih ki, ganimet sevmez, kamuflaj tutmaz, ve günü geldiğinde “haklı” çıkarır. O yüzden kızmayın, sakin olun. Çünkü asker dediğin de halkımız. Ve derdimiz, o çocukları, o bombalara, o silahlara, o kavgalara ve birer nefret coğrafyaları yaratıp akıllarına zihinlerine kalplerine düşman olmayı ganimet edenlerle. Çünkü biliyoruz, sizin ganimetiniz başka. Onların, sizin savaşınızda, kavganızda, birbirlerine düşman olurken kendilerine kalan tek ganimet “ölmeleridir.” Ölmesinler!  Esat Oktay’ı insanlıktan çıkarıp, insan düşmanı yapan ve psikopatlaştıran şeyi biliyoruz, görüyoruz. O korkunç tarihiniz, milli duygularınız, ve hep mağdur ve haklı olan duygularınız! Çocuklara vereceğimiz ilk şey, kendi acısından önce başkasının acısını önemsemesi olacak. Çünkü nefretin, kinin, öfkenin varacağı yer –ki faşizmde mekanlar değişir, ve asla sonu olmayabilir, tekrarlanabilir- Auswitch olur, Diyarbakır Zindanı olur, Metris olur, Guatemala olur, bu öfkeye ve kine dur demeliyiz, durdurmalıyız, tarihten ve insanlığın kalbinden, savaş naralarını değil yalnız savaş meydanlarını da çıkarmalıyız. Üniformalı ve eli silah tutan ve parmağı tetiğe basan her şeyin herkesin karşısında durmalıyız. Çünkü sonunun nereye varacağı belli değildir. Ve yalnızca bizde, bizim kitaplarımızda, savaşlar, ve sonu, barış diye yazılır, çoğu kayıp ve yok edilmiş ve toprağın altında kalmış insan nefeslerine rağmen.

Ki bu yazının kalan kısmı da “kantarın topuzunun kaçtığını” düşünen ve sanıyorum ki “Kızılcahamam sodası” içtiğinden midir nedir durmadan bu ülkede ilerici her türlü söyleme, adıma, duruma, ve hatta kelimeye dahi “mide gurultusuyla” konuşana.  Hayır, madem liberal kadar bile birikemiyorsun niye midenden konuşuyorsun, durmadan bize “Kızılcahamam sodası” içirmek için “algı dönüştürücü” hezeyanlar sunuyorsun, açık seçik söyle, buralar, dünya açık-Pazar değil mi, eteğindeki ve zihnindekileri döksene, sunsana, koysana rafına. Şunun için diyorum, bir yandan Doğuş Derya oldukça yerinde ve ilerici bir tavır koyarken partinin “Kızılcahamam sodası içmiş liberali” kantar hesabı ile topuzu faşizmin çehresinden konuşuyor. Bizler Doğuş Derya’nın yanındayız, çünkü insani duran, adil olan, haklı olan, ve insanlığın tarihine kardeşçe bir kelime düşüren herkesin yanındayız. Fakat partinin gençlik örgütlenmesi sağcı bir milletvekili, bir derneğin milliyetçi başkanı ve eski bir milli-mukadderat reisi cumhurun derneğinin başkanıyla uğraşmaktan ziyade, parti içindeki bu zat-ı muhteremlerle uğraşmalılar. Zira ilk üçü refleks olarak bunu yapar, söyler, ve bunda şaşılacak bişey yoktur, gerçi ikincisi için yani “Kızılcahamam Sodası içmiş Liberali” için de yoktur ve fakat sol olduğunu iddia eden bir partinin, önce içerde bu solu halletmesi lazım. Yoksa Doğuş Derya’nın bütün haklı, insani, doğru tavrı güme gitmiş olur.

Ali Doğanbay

Be the first to comment

Leave a Reply