Kıyısız Deniz-Celal Özkızan

Bildiğim kadarıyla, ABD’li şair Edgar Allan Poe meşhur etmişti “kıyısız deniz” tabirini…

Yine bildiğim kadarıyla, Ezginin Günlüğü, Mevlana’nın bir rubaisini uyarlayarak, bu isimde bir şarkı yapmıştı :

“ben bir denizim
kendi içinde taşan
ben bir denizim
uçsuz bucaksız
kıyısız hür bir deniz”

Günlerdir, kıyıda ölü bedeniyle boylu boyunca uzanmış mülteci çocuğun fotoğrafları paylaşıldı, herkes acısını, öfkesini ve isyanını dile getirdi “bu dünyaya”…

Hem bu fotoğrafın kendisi, hem de bu fotoğraf etrafında yazılanlar ve söylenenler çok karmaşık duygular uyandırdı bende…

Fotoğrafın kendisinin doğurduğu acı ve öfke neredeyse herkes tarafından dile getirildi, fazladan bir şey söylememe pek gerek yok…

Sadece, kıyısız bir denize özlem duyuyor insan bazen…

Canlı hayatının en önce suda, denizlerde, okyanuslarda başladığını biliyoruz…

Canlı hayatı, insanlığa da uğrayan evrimini, ancak ‘kıyılar’ aracılığıyla geliştirebilmişti…

Kıyılar olmasa, insanlar olmazdı…

İnsanlar olmasa, acılar olmazdı…

Belki denizler kıyısız olsa, ölü çocuk bedenlerini görmezdik kıyılarda…

Belki her çocuk, bir deniz olup, kendi içinde taşardı, uçsuz bucaksız…

Ölü bedenler serilmezdi kıyılara, sadece güneşin ışığı uzanırdı denizin yüzeyine, boylu boyunca…

***

Duygularımı daha da karmaşıklaştıran şey, bu fotoğrafa verilen tepkilerdi…
7’den 70’e herkes, ama neredeyse istisnasız herkes, lanetliyordu “bu durumu”…
“Böyle bir dünya”yı, hiçbir vicdan, hiçbir yürek, hiçbir can kaldıramazdı…
Kaldırsa da, yüzünde ekşimiş bir acıyla kaldırırdı…
Şimdi yaptığımız gibi…
Ancak tuhaf olan bir şey var bu tepkilerin çoğunda…

Türkiye’deki maden kazalarını, ranta dayalı çarpık yapılaşmanın sebep olduğu ‘doğal’ felaketleri ve envai türden acıyı “fıtrat” diye geçiştirip meşrulaştırmaya çalışan o karanlık iktidara hiçbirimiz inanmıyorken, pek çoğumuz kendi içimizdeki fıtratlarda boğuluyoruz gibi geliyor bana…

“Siniklik” diyorlar bu tavra, felsefe literatüründe…

Siniklik, en basit tabirle, kişinin, dünyanın olmakta olan halinin “kendiliğinden” olageldiğine ve aynı zamanda, kişinin bu dünyanın aktif bir parçası olmadığına duyduğu inançtır…

Elbette “dünyadaki kötülüklerden” konuşurken, kimse bunların bir meteor yağmuru gibi “kendiliğinden” olduğunu düşünmez, elbette “birileri” vardır bu işin arkasında; ancak kişi, birilerinin yaptığı şeylerden doğan sonuçlardan memnun değilse bile, o sonuca karşı harekete geçmez çünkü o “birilerinin” gücünün, alt edilemez, ve yaptıklarının da engellenemez olduğunu düşünür. Ancak burda ironik olan, “birilerinin” gücüne karşı koymak, kişi tarafından hiç denenmediğinden (denense de bu ciddi ve kararlı bir şekilde sürdürülmediğinden), bu inanca sahip olan kişi, karşı koymayı dahi denemediği bu şeyin nasıl karşı konulamaz olduğunu açıklayamaz. Zaten kafasındaki o “birileri” ya da “güçler” de, canlı kanlı insanlardan ziyade, kapalı kapıların ardında –ve bizim erişemeyeceğimiz uzaklıkta- olan karanlık ve “tarih boyunca” bu şekilde davranmış “güçler” olduklarından, yani “böyle gelip böyle gittiğinden”, bir meteor yağmurundan farkı kalmaz “dünyada olup bitenlerin”. Bu inançla paralel yürüyen bir başka inanç ise, kişinin kendisini, sürmekte olan hayatın, toplumun, dünyanın aktif bir parçası olarak görmemesi, olup bitenlerden asla kendisini sorumlu tutmamasıdır. Burda “sorumluluk” sözü ile kastettiğim şey, tek tek her meseleye karşı kişinin sorumluluğu değil, kişinin, canlı kanlı bir insan olarak, “dünyanın bu hali” içinde kendisinin de yer alıp, az ya da çok o dünyaya bir etkide bulunduğudur.

Pek çoğumuzun, o çocuğun fotoğrafına baktığımız zaman acıdan düşüp bayılmama ve bir süre sonra hayatımızı normal bir şekilde devam ettirebilme sebebimiz tam da bu zaten : Ne kadar acılı olsa da, sonuçta “dünya hali” olduğunu biliyoruz, ölüm gibi, acılı da olsa “ölenle ölünmez”. Öte yandan, kendimizi bu dünya halinin bir sorumlusu, bir parçası gibi görmüyoruz, o yüzden de “dünyanın sonu değil”. Tüm bunları yaparken de, bu utanç dolu felaketi kınayabilecek kadar vicdanlı olduğumuz için, kendimizi, derinlerde bir yerlerde, “iyi” hissediyoruz

“Anladık iyisin
Ama neye yarıyor iyiliğin?”

Bu fotoğrafı, patronu olduğu işyerinde, çalışanlarını haftanın 6 bazen 7 günü üç kuruşa çalıştıran ve bunu basit bir iş sözleşmesi dahi yapmadan keyfince gerçekleştiren patronlar da paylaştı; bu fotoğrafı, bizzat bu fotoğrafın müsebbiplerinden biri olan AKP hükümetini “Kıbrıs’ta barışın Türkiye’deki tek anahtarı” olarak kabul eden insanlar da paylaştı; bu fotoğrafı, on yıllardır petrol hesapları ve jeostratejik muhasebeler sonucu Ortadoğu’daki en gerici grupları silahlandıran, çıkarları uğruna mezhep farklılıklarını birer mezhep çatışmasına döndüren, o coğrafyadaki ucuz emekgücü ve pazarları zaptetmek için her tür politik ve ekonomik müdahaleyi beis gören ABD ve AB gibi emperyalist odaklarla STK’lar veya çeşitli projeler üzerinden ilişkide olan Kıbrıslılar da paylaştı…

Öfkeliler ve vicdanlılar her yerde…

Ancak bizim artık sorumluluk alacak, dünyayı dönüştürecek insanlara da ihtiyacımız var…

Ne kadar üzüldüğünü beyan etsin diye değil, üzülmesine sebep olan şey ortadan kalksın diye hareket edecek insanlara ihtiyacımız var…

Bizim “esefle kınamaya” ve “öfkeyle lanetlemeye” değil, bu zorba düzeni yıkmaya, bu parıltılı tüketim nesneleriyle çevrelenmiş adi karanlığı gerçek bir aydınlıkla buluşturmaya ihtiyacımız var…

Bizim bir devrime ihtiyacımız var !

Celal Özkızan