“SUYA HASRET ÇÖLLERDE BEYAZ GÜLLER BİTER Mİ?” – SALİH BATAK

ağzımın tadı yoksa, hasta gibiysem,

boğazımda düğümleniyorsa lokma,
buluttan nem kapıyorsam, vara yoğa
alınıyorsam, geçimsiz ve işkilli,
yüzüm öfkeden karaya çalıyorsa,
denize bile iştahsız bakıyorsam,
hep bu boyu devrilesi bozuk düzen,
bu darağacı suratlı toplum.*

bu dünyanın ya da yaşadığın coğrafyanın sürekli olarak adaletsizliklerinden, kokmuşluğundan şikayet etmek en doğal hakkın güzel kardeşim. hatta hakkın ötesinde düşündüğünde haklısındır da çoğu zaman; var bu işte bir terslik, aksilik… yukarıdaki şiirde de özetliyor sanki bir nevi bu durumu.

bize de öyle geliyor… günün en aydınlık saatinde hüzünlü bir akşamı andırıyor gündüzler. ama bu insanın yaşam sevincinden çalınan melankolik bir hal değil. aksine düne karşı şikayet ederek kaçtığımız sorumluluklarımızın acı bir yürek burkmasıdır o kadar. bazen hayatı gülerek hatırladığımız güzel anlarda yüzümüze yaslanan sevinç -bir şeyleri imâ eder gibi- hiç bırakmasın istiyor bizi. hatta onu haketmediğimizi bilerek, karşılıksız olarak sahipleniyor bizi… bizse onu görmüyor, sürekli arıyoruz başka cümlelerde.

bizim aşk, sevgi, kardeşlik gibi duyguların karşılığı olarak bir türlü göremediğimiz şey birbirimize karşı duymamız gereken sorumluluk hissiyatıdır… bu sorumluluk hissiyatının temelinde yatan boşluk veya bir başka türlü söyleyecek olursak aradığını bulamama hali  ise “şikayet” olarak vücut buluyor dilimizde… sürekli olarak şikayet ediyoruz… yaşadığımız çevreye ve insanlığa karşı yapılan tahribata ses çıkarmama hali tüm ülke insanına karşı düşmanlaştırıyor bizi. böylelikle hayata dair olumlu şeyleri hayal olarak algılamaya başlıyoruz. sürekli olarak hayal ettiğimiz farklı bir dünyada mutlu bir gelecek arzusu ile yanıp tutuşurken seni aldatan sevgilinin faturası tüm kadınlara, seni aç bırakan devletin faturası ise coğrafya insanına çıkıyor… halbuki biliyoruz başka bir dünya yok. ve yine biliyoruz ki hayal ettiğimiz güzel bir dünyayı “yaratma” imkanı kendi ellerimizde…

demem o ki insanların toplumsal hayatta sadece yaşadığı çevreyi temiz tutması, kırmızı ışıkta beklemsi gibi kurallarla alakalı değil sadece bu toplumsal sorumluluk… ki bu kurallar dahi artık sadece iktidarın toplum üzerinde kurduğu otoriteyi hatırlatmaktan öteye gidemiyor. çünkü başkasının canını/malını dahi önemsemez haldeyiz. ve bu gibi durumlarda dahi insani boyutu ile değil; sadece alacağımız cezayı düşünüyoruz. ardından hiçbir sorumluluk hissetmeden yine sadece şikayet ediyoruz…

nitekim insanların yaşadığı geçim dertleri, belki sevgilisi tarafından aldatılması, arkadaşının amansız hastalığı v.s. üzerinde kafa yormadan sadece üzüntü ile avunabileceğimiz hallere dönüşüyor. işin kötüsü güzel bir hayatı yaşama beklentisi içinde hayal kurarken bile zamanın geçtiğini bildiğimiz halde şikayet ediyoruz sadece.

hakkını vermek lazım: emekten yana olduğunu iddia eden insanlardan aldık en ağır darbeyi. daha güzel bir hayat için elini taşın altına koyman gerektiğini söyleyenlerden öğrendik ihaneti. sonra anladık ki mesele “elini taşın altına koymak değil, taş üstüne taş koymakmış”…** daha da önemlisi insanları kendilerini bağlamak için iş sahibi olabilmeyi dahi menfaat ilişkisine bağlayarak irademizi ayaklar altına aldılar… belki de sadece buna şikayet etsek iyiydi.

geçmişe karşı duyduğumuz özlem, gelecekte yaşanması umulan güzel bir hayatın mezarını kazıyor. burada elbette geçmişimizden (tarihsellikten) kopmamız gerektiği ile ilgili bir şey kastetmiyorum. aksine geçmişte kazanılan hakları daha iyiye götürmek en büyük ödevimizdir. ve fakat takındığımız umursamazlık halini geçmişte yaşanan iyi veya kötü –ki ne kadar iyi olduğu sorgulanır- hayatlarımıza karşı özlem duyarak besleyemeyiz… tek çare önümüzde yeni bir “yol”un varlığını görmemizdir. evet önümüzde yeni bir yol var. artık onur ve irademizin bağımsız olarak bu yolda mücadele etmesini öncelikli sorumluluğumuz olarak bilmemiz gerekiyor…

“Bu davet bizim”…***

 

——————————————————————————————————————————————

*oktay rifat
** yanlış hatırlamıyorsam benjamin ardithi – liberalizmin kıyısında siyaset kitabında okumuştum.
*** nazım hikmet

 

 

Be the first to comment

Leave a Reply