BAĞIMSIZ KIBRIS, AMA NASIL? –1-Mustafa Keleşzade

Son seçimler bir kez daha Kıbrıslı Türklerin değişim talebine işaret etti. Bu ilk de değildi. Annan Planı döneminden bu yana gelişen bir değişim talebi var.

Önceleri Türkiye’nin dayatmalarından kurtulmak adına AB’ye sığınma gibi, daha “kestirmeci” bir idealden, bugün bağımsız bir Kıbrıs’a ulaşmak gibi daha gerçekçi bir ideale doğru adımlar atılıyor.

Bu ideal giderek kendi örgütlülüğünü de yaratmakta. BKP TVG’nin elde ettiği başarı, yerel seçimde gerçekleşen ittifakın LTB’yi kazanması ve Akıncı’nın seçilmesi bu duruma işaret etmekte.

Kıbrıslı Türkler artık bir yerlere sığınmak değil, özneleşmek ve kendi kaderlerinin belirleyicisi olmak istiyorlar.

Bu durumun farkına varamayan siyasetler ise tarihin tozlu sayfalarında yerlerini almanın eşiğinde. CTP, DP ve UBP’nin seçimlerde ve sokakta aldığı tepkiler de bu durumun işareti.

Süreç, halkın değişimin öznesi olarak gördüğü yapılara da büyük bir sorumluluk yüklüyor; bu özneleşmeyi ve değişimi yaratacak stratejiyi belirleyip, gerçek kılmak. Aksi takdirde CTP’nin çökmüş bulunan AB kimliği etrafından birleşme stratejisi gibi, halkta büyük bir umutsuzluk yaratmanın ötesine geçilemez.

Bu yazı dizisi ile artık tartışılması zaruri hale gelen bu konuya bir giriş yapmak istedim.

İşgalin yıkıcı silahları: üretimden koparma ve iradesizleştirme

Bir sorunu çözmek, öncelikle kaynağının ne olduğunu doğru bir şekilde analiz edebilmeyi gerektirir.

Kıbrıs’ın kuzeyinde yavru bir devletin büyüme sancıları mı olduğu, vesayet rejimi mi olduğu noktasında tartışmalar sürmektedir. Bu tartışmaların yanlış bilinç yaratan ve amaçtan uzaklaştıran bataklığına hiç saplanmadan Kıbrıs’ın kuzeyinde bir işgal durumu olduğunu belirtmek isterim; kendi bürokrasisi, askeri, ekonomik ağları, asimilasyon politikaları, ekonomik ve siyasi dayatmaları ile hem de*. Ayrıca bugün Serdar Denktaş bile çıkıp, Kıbrıs’ın kuzeyinde gücün büyük ölçüde TC Yardım Heyeti’nin elinde olduğunu söyleyebiliyor.

Bu işgalin, Kıbrıslı Türk halkını yok oluşa sürükleyen ve karşılıklı olarak birbirini tetikleyen iki yıkıcı silahını incelemek gerekir. Bu iki silah ki, günümüzde Kıbrıslı Türklerin işgale karşı isyanlarını daha büyüyemeden dizginlemekte ve yok oluşa sürükleyen bir kararsızlık yaratmaktadır. Bu silahlar üretimden koparma ve iradesizleştirmedir.

2T’YE GEÇİŞ

Üretimsizliğin gelişimini anlamak için özellikle Türkiye’de Turgut Özal’ın iktidarda olduğu dönemde Kıbrıs’ın kuzeyine yönelik söylemlerinin ve uygulamalarının incelenmesini gerekli görüyorum. Özal iktidara geldiğinde, Kıbrıs’ın kuzeyinde üretim büyük ölçüde adanın bölünmesinde kuzeyde kalmış ganimet sanayi kuruluşlarından oluşmaktaydı. Bu kuruluşlar Sanayi Holding adı altında birleştirilmiş ve üretime geçirilmişti. Üretimden koparmanın ilk adımı olarak bu kuruluşlar kapatıldı.

Özal bu konu ile ilgili, “zaten Türkiye’nin bir kasabası kadarsınız, siz üretmeyin ben size gönderirim” yorumunda bulunmuştu. Böyle de oldu. Üretimden koparılan insanlar, büyük bir memurlaştırma sürecinden geçirildi. Kıbrıslı Türklere yeni hedef olarak ise Turgut Özal’ın deyimi ile “Kıbrıs’ta bundan sonra 2T duyacağım, Turizm ve Tarım” politikası dayatıldı.* Tarım, adanın kurak coğrafyasından ötürü hiç gelişemedi. Turizm ile ilgili yaşananlar ise ayrı bir bölümde incelenmeyi hak ediyor.

Her yönü ile bağımlı bir sektör

Adamızda turizm, öncelikle var olan ganimet otellerin peşkeşi ile başlatılmıştır. Ardından ise en güzel sahillerdeki arsaların Türkiye’den gelen sermayedarlara satılması ile hız kazanmıştır. Teşvik adı altında verilen vergi muafiyetleri ve arsa tahsisleri nedeniyle bu dönem kktc ekonomisine kısa vadede ciddi maddi gelir dahi sağlamamıştır. Adanın en güzel sahilleri, birer birer TC sermayesinin eline geçmiş Kıbrıslı Türkler ise bu durumdan somut bir kazanç elde etmemiştir.

Turizm genel anlamda dışa bağımlılığı olan bir sektördür. Talebin dış kaynaklı olması turistin bölgeye gelmesi için turistlerin geldiği ülkelerle iyi ilişkiler kurulmasını zaruri kılar. Bu durumun etkisi, ada yarımızda yaratılan ambargolarla bir tek Türkiye ile bağlantımız kaldığı düşündürüldüğünde katlanmaktadır.

Her şey dâhile neler dâhil?                                                

Ayrıca özellikle adamızda uygulanan turizm modeli olan “her şey dâhil” turizm modeli belki de en kirli turizm modeli olarak tanımlanabilir. Bu modelde günde üç öğün yemek açık büfe olarak otel içinde verilmekte, gün boyu sağlanan yiyecek, içecek ve animasyon imkânları ile gelen turistler otel içerisinde tutulmaktadır. Ülkemizde verilen vergi muafiyetleri de hesaba kattığımızda bu modelle otel sahibi hariç kimseye somut bir fayda sağlanmamaktadır: ne tarihsel yerlerimiz gezilmekte, ne doğal güzelliklerimiz ziyaret edilmekte, ne de esnaftan alışveriş üzerinden bir faydası olmaktadır.

Fakat tüm bunlar dışında “her şey dâhil” karanlık ilişki ağlarının da şekillenmesinde baş aktördür. Her şey dâhil turizm modeli, gelen müşterinin her türlü ihtiyacının karşılanmasını da kapsamaktadır. Bu durum fuhuş, kumar, uyuşturucu ve beraberinde mafyanın da bu modelin uygulandığı bölgelerde yaygınlaşmasını sağlar. Bu durumun bir örneği de Küba’da yaşanmıştır. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından Küba “istisnai dönem” olarak adlandırılan dönemde ülkede belli bir bölgede yeniden turizmi serbest bırakmış ve benzeri etkilerle karşı karşıya kalmıştır.

Üretimden koparılmış bir halkın temsilcileri:

Üretimin neredeyse bitirilmesi ve turizm üzerinden bağımlılığın geliştirilmesi Kıbrıslı Türk halkına en ağır darbeyi vurmuştur. Bu darbenin şiddeti ise, TC’den gelen ekonomik yıkım paketleri ile anlaşılmıştır. O döneme kadar Türkiye’den gelen parayı dağıtarak Kıbrıs’ın kuzeyinde hükümet koltuklarını dolduran anavatancı partiler, yıkım paketleri karşısında hiçbir şey yapamamıştır. Anavatancı partilerin önceliği Kıbrıslı Türk halkı değil, Türkiye’den gelen direktifleri yerine getirmek olduğundan bu durum şaşırtıcı değildir. Lakin hükümete gelen CTP gibi sol iddiası taşıyan bir parti için de “işbirlikçilik” durumunun ortaya çıkması incelenmeye değerdir.

CTP iktidar oldu mu?

İşte bu noktada da üretimden koparılma noktasının devreye girdiği söylenebilir. Özellikle ada yarımız için kavramlar açısından netleştirmemiz gereken bir durum vardır. Hükümet olmak ile iktidar olmak aynı şey değildir.

Üretimin kendine yeterlilik düzeyi ve dış bağımlılığın azlığı, örgütlü halk desteği ile birleştiğinde bir hükümeti iktidar haline getirir. Bizim ülkemizde toplumun üretimden koparılması, hükümeti de iktidar olma potansiyelinden koparmıştır. Bu durum “Ankara Elini Yakamızdan Çek” sloganına bir “solcunun”, “çeksin da aç galasınız” deme noktasına düşmesine sebep olmuştur.

Ayrıca, bu durum bir refleks daha yaratmıştır, adamızın yegâne gelir getirici sektörü konumunda kalan turizm hükümetler tarafından muhtaç olunan bir velinimet olarak görülmeye başlanmıştır.

Mare Monte örneği: Merit vs belediye – Ya hükümet?

Bu durumun son örneği Mare Monte sahili örneğidir. Geçmiş CTP hükümeti döneminde, Alsancak sahilindeki Mare Monte Oteli, adamızda bugün 4 “her şey dâhil” oteli olan, TC sermayesini temsil eden Merit Grubu’na 49 yıllığına devredilmişti. Sahili ise anayasal olarak halka ait olduğundan Alsancak Belediyesi’nin denetiminde kalmaya devam etti. Geçtiğimiz günlerde belediyenin sahildeki tesisini yenilemesine Merit çalışanları yetkisi dışında müdahale ederek, tesisi yıkmakla tehdit etti. Merit’in de izinsiz arıtma tesisi olduğu iddia edilmesine ve tehdit ortada olmasına rağmen ise hükümet konuya müdahale etmedi. Son olarak ise 1 belediye çalışanı bölgede araçla temizlik çalışması yaparken polis tarafından gözaltına alındı. Yani hükümet hem tehditlere karşı sessiz kaldı, hem de üzerine sermayeden taraf konumlandı.

Bu durum göstermektedir ki, hükümet kendisini hem TC’den gelecek yardıma muhtaç, bu nedenle dayatmalara boyun eğmek zorunda, hem de buradaki sermaye kuruluşlarını kendisinden üstün, hizmet edilecek noktada görmektedir. Bu algı anavatancılar için ideolojik olarak yapılması beklenenin, CTP tarafından da “zorunluluklardan” yapılması sonucunu getirmektedir. Hükümeti ise böylece iradesiz bir kukla haline gelmekte, işgal açısından zorun devreye girmesine dahi gerek kalmadan emirlere itaat etmektedir.

Kıbrıs’ın kuzeyinde anavatancıların iradesizliği, üretimden kopmayı ve bağımlılık ilişkilerini, bağımlılık ilişkileri ve üretimden kopma ise hükümetlerin iradesizleşmesini yaratmıştır. Bu durum ise bağımlılık ve üretimden kopmanın sürmesini sağlamıştır.

Sistemin yarattığı bu kısır döngü ancak elimizde olanı alternatif bir algı ile kullanarak, sistemi zorlayacak ve ters yüz edecek bir strateji ile ortadan kaldırılabilir. Haftaya yazımda bu konuya ayrıntılı değinmeye çalışacağım.

*Adanın kuzeyinde asker, polis ve itfaiyenin TC kurumlarına doğrudan bağlı olması, TC Yardım Heyeti’nin ekonomi politikalarını belirlemesi, adada 40 bin TC askerinin bulunması bu durumun bazı somut göstergeleridir.

**Bu konu ile ilgili ayrıntılı bilgiyi Baraka Film Atölyesi’nin Sanayi Holding Belgeseli’nden edinebilirsiniz.

*** Kalkedon Yayınları’nın “Küba’yı Savunmak” isimli kitabında James Petras’ın makalesinde konu ayrıntılı olarak incelenmektedir.

Mustafa Keleşzade