1 MAYIS’IN SU YÜZÜNE ÇIKARTTIKLARI (2) – ABDULLAH ÖZDOĞAN

Sendikal kriz alanlarda

1 Mayıs 2014’ün, Kıbrıslı Türkler ve Kıbrıslı Elenler için ortak mücadeleye giden yolda, bizi umutlandıran, tarihi öneme sahip bir gün olduğunu önceki yazıda kendimce anlatmaya çalışmıştım.

Buluşmanın kendisi ve bizi umutlandıran yönleri bir yana, tartışılması ve ders çıkartılması gereken noktalar da gün içinde belirdi. Çünkü pratik,  her zaman olduğu gibi acımasızca zaaflarımızı da yüzümüze çarpmaktan geri durmamıştı. Eksik yönlerimizin, yetersizliklerimizin izini sürmek ve onları kavramak adına eleştiri-özeleştiri süzgeçlerinden geçirmek, 1 Mayıs’ın geride bıraktığı umudu sahiplenmek ve büyütmek için zorunlu bir ön koşuldur.

Sendikalar, kitlelerini 1 Mayıs dayanışması için alanlara taşıyarak mücadeleyi yükseltmesi gereken örgütlerin başında gelirler. Hele ki, bölünmüş adamızda iki toplumun emekçilerini bir araya getiren tarihi günü organize etmişlerse, sorumlulukları bir o kadar daha artar. Fakat son yıllarda sıkça olduğu gibi yönetim kadroları ağırlıklı, umut edilenin altında bir kitleyle alandaydılar.

Hatırı sayılır çalışanı kendi bünyelerinde örgütleyen birtakım sendikaların ortalarda olmayışı da göze çarpıyordu. Bazıları ise daha sonra basına yansıdığı kadarıyla kendini dışlanmış hissettikleri için organizasyon komitesindekilere sitem ettiler. Sonuçta, sendikalar alana kitle taşıma konusunda başarısız oldular. Kanımca, bu başarısızlık sendikal hareketin içinde bulunduğu krizin alanlara yansımasıdır.

Aslında, uzun süredir sendikal hareket içinde öne çıkan yönetici kadrolar yola büyük oranda kendi kitlelerinden kopuk bir şekilde devam ediyorlardı. Bu durumdan rahatsızlık duyuyorlar mı bilinmez ama gidişat, aktif yönetici pasif üye yapısını kemikleştiriyor. Böylece kendilerini kitleler için birer lütuf olarak gören, kariyerist ve bürokratik sendikacıların mücadeleye üyelerinden kopuk yön vermesi emekçiler tarafından kolayca kanıksanıyor. Bu da mücadelenin genişleme potansiyelini yönetici kadroların, yeterli olup olmadığı tartışma konusu yapılabilecek teorik bilgileriyle şekillenen pratiklerine mahkum ediyor. Daha da önemlisi, katılımcılığın çok az olduğu sendikal yapılar içerisinde, sorunların gerçek öznesi olan örgütlü çalışanlar kendi mücadelelerine yabancılaşıyorlar.

İyi niyetle mücadele eden kadrolar dahi kitleler adına yukardan kararlar alarak, çalışanların çıkarları için bu kararlara uymasını bekliyorlar. Çalışanlar için dikecekleri gömleği tasarlarken, onların fikrini değil ölçüsünü alıyorlar. Haliyle, çalışanlar, neo-liberal hegemonyanın etkisi altında ve egemenlerin çarpıtmalarıyla şekillenen, toplumsal olaylara duyarsız ve bireyci bir bakış açısının da yardımıyla, kendilerine uymadığını düşündükleri bu gömleği giymek istemiyorlar. Özde çalışma hayatlarını ve geleceklerini doğrudan etkileyebilecek dayatma yasalara karşı dahi mücadeleye katılmıyorlar.

Bahsettiğimiz yönetimsel zafiyetlerin de etkisiyle, bir bütün olarak sendikal hareketin günün koşulları içerisinde gerekli mücadeleyi ortaya koyamamasını “Sendikal kriz”  olarak nitelendirebiliriz.

Bu yalnızca bizim ülkemize has bir durum değildir. Dünya’da, geçmişin “Sosyal Devlet” yapısı içerisinde hayat bulan ve emek-sermaye arasındaki detant durumu yaratarak devamlılığını sağlayan “çıkar temsil sistemi”, sermayenin lehine uzun zaman önce bozulmaya başladı. Emek hareketinin temsilcileri, sermayenin karşısına muhatap olarak oturdukları masalardan çoktan tasfiye edildiler veya işlevsizleştirildiler. Kapitalist sistemin, kendi yapısal krizini aşmak adına zorunlu olarak uygulamaya koyduğu yeni-liberal politikalar çalışma hayatında ve emek piyasasında köklü dönüşümlere neden oldu.

İşte “Sendikal kriz”, farklı coğrafyalarda uzun süredir emek hareketinin değişen koşullar içindeki durağanlığını ve örgütlenmedeki zaaflarını açıklamak için kullanılan bir söylemdir. Sendikalar değişen koşullara emeğin çıkarları doğrultusunda müdahale etmek istiyorlarsa, bu krizi aşabilmenin yollarını mutlaka bulmalıdırlar.

Dünyadaki politik iklime bağlı olarak, her ülkenin kendine özgü koşullarında, farklı zamanlarda ve farklı şekillerde ortaya çıkabilen kriz, ülkemizde Ankara tarafından dayatılan emek düşmanı, neo-liberal paketlerin uygulanmaya konmasıyla kendini gösterdi. Geçmişte,  bir şekilde (onaylanmayacak biçimde, lobicilik ve siyasilerle çarpık ilişkiler yoluyla)siyasal alana taşınabilen çalışanların sorunları artık muhatap bulamaz oldu. Bu da bürokratik yöntemlerle, basın açıklamalarıyla, kitle meşruiyetine ihtiyaç duymadan mücadele etmeye alışmış sendikal hareketi dumura uğrattı.  Kitleler ve halk nezdinde hızla meşruiyet ve güven sorunu yaşamasına neden oldu. Ardından grevlerde, eylemlerde ve toplu sözleşmelerde başarısızlıklar belirdi. Artık basın açıklamalarının ve bakanlık önlerindeki siyah çelenkli protestoların ötesine geçilemiyor. Daha da önemlisi, en meşru eylemlerde bile kitleler motive edilemiyor.

Başkan ve yönetim kadrolarının,  diğer sendikalarla, hasımlarıyla, kitleleriyle ve halkla olan, yetersiz ya da gereksiz bağları, günümüze uygun olmayan örgütlenme modellerinde ısrar etmeleri,  neo-liberal saldırılara arkaik mücadele yöntemleriyle karşılık verme eğilimleri, “sendikal krizi” günden güne derinleştiriyor.

Bir bütün olarak sendikal hareket, üretimden bilinçli olarak koparılmış Kıbrıslı Türklerin toplumsal muhalefetini emeğin çıkarlarını da gözetecek biçimde örgütleyebilecek en önemli unsurdur. Sendikal hareketin bu haliyle çalışanları ve halkı mücadeleye çağırması doğal olarak karşılık bulmuyor.

Eğer değişen koşullar doğru bir şekilde analiz edilerek, örgütlenme modellerini, mücadele yöntemlerini, oluşan yeni koşullara uyarlayacak kanallar açılamazsa, hareketin toplumsal mücadele içindeki belirleyici rolü de zaman içinde yok olmaya mahkûmdur.

Sanırım işe esaslı bir özeleştiri sürecinden geçerek başlamak doğru olacaktır. Kabul edilmesi gerekir ki, kamuda yozlaşma ve verimsizlik baş göstermiştir. Devlet dairelerinde halka verilen hizmet kalitesi sorgulanmalıdır. Bu sorgulama çalışanların örgütleri öncülüğünde katılımcı bir ortamda yapılmalıdır.

Belirtmekte fayda var, egemenler bu yozlaşmadan zarar görmemektedirler. Bilakis işlerini çok daha kolay yürütmektedirler. Bugüne kadar ne Ankara’nın sivil-asker bürokrasisi, ne ticaret erbabı, ne de işbirlikçi hükümetlerin kamudaki yozlaşmadan muzdarip oldukları iddiaları doğru değildir.

Belli ki yakınmaları, kamuyu halka yönelik daha verimli hale getirmek için değildir. Onların derdi, çarpık bir şekilde bile olsa varlığını sürdüren sosyal devlet anlayışının, sermayenin bir koyup beş almasının önünde engel teşkil etmesidir. Karşısında kayda değer bir direniş görmedikleri müddetçe, sosyal devleti ve sosyal hakları tamamen ortadan kaldırana kadar saldırılarına devam edeceklerdir. Direniş görmemelerinin başlıca sebebi de, halkın hayatını idame ettirmek için ihtiyaç duyduğu kamusal alanda var olan verimsizliktir.

Her beyanatlarında Sosyal Devleti ve getirdiği sosyal hakları savunduklarını ilan eden sendikacılar bilmelidirler ki, yozlaşmanın ve verimsizliğin önüne geçecek “sosyal ahlak” anlayışı geliştirilmeden, Sosyal Devlet savunusu yapılamaz.

Sendikal hareket içindeki yönetici kadrolar sıklıkla,”bunlar idarenin işidir, bizi ilgilendirmez” demektedirler.  Böylece bu sorumluluğu üzerlerinden attıklarını sanmaktadırlar.

Ancak bu tavırlarıyla çalışanların kamudaki verimsizliğe karşı duyarsız olmasına neden olan koşulları ortadan kaldırma işini, yukarıdan dayatılacak, sosyal hakları da törpüleyerek, sermayenin önündeki engelleri ortadan kaldırmak için hazırlanmış neo-liberal yasaların insafına terk ediyorlar.

Acı olan, yozlaşmanın baş müsebbibi olan egemenlerin, bu yasaları zorlanmadan uygulamaya koymaları için gerekli her türlü meşruiyeti yakalamalarıdır.

Be the first to comment

Leave a Reply