BİR MİNİBÜS HİKÂYESİ OLARAK: DEVLETİN BEKASI – ALİ DOĞANBAY

Sünni Türk Erkek olmayı hep yüceleştiren ve devletin iktidarının bekası için ayakta tutan, diri tutan, kinle tutan, gerektiğinde polis, gerektiğinde alperen, gerektiğinde asker, gerektiğinde bekçi, gerekmediğinde sandıkta oy, gerekmediğinde yüzde doksan iki, daha da gerekmediğinde “camiye bomba atıldı, sular zehirlendi” “o saatte sokakta ne işi var” “din elden gidiyor” “yazdığı yazıyla Türklüğe hakaret etti, zoruma gitti” “kaçakçı değillerdi, teröristtiler” “mini etek giymesinler” “ilk üç gün iyiydi sonra çevrecilikten çıktı” “ekmek almaya gitmiyordu” “başörtülü bacımıza saldırdılar” cümleleri ile beslenerek hayırlı cumalar ile bayrak fetişizmi arasında büyüyüp gürleşen zihniyetin politik olarak senelerdir tasarladığı, ve daha da gerekmediğinde türlü gerekliliklerle deneklerinde denediği, uyguladığı, ve artık bir zindana çevirdiği bu karanlığın son cinayetidir, birlikteliliğidir, birlikte işlediğidir, Özgecan Aslan’ın katli. Maraş’ta Çorum’da gerektiği kadar Sünni olmadığı için katledildi Aleviler. Kadınları, erkekleri ve çocuklarıyla katledildi. Ve gerekmediği kadar söylenmemesi, söylenmesi teklif dahi edilmemesi lüzumludur. Kürt köyleri yakılırken, kadınlarına tecavüz edilirken, yeteri kadar çığlıkları duyulmamış mıydı yoksa gerektiği kadar bağırmamış olabilirler mi? 12 Eylül zindanlarından, kadınlarla erkekler, türlü işkencelerden ve sapkınca tecavüz yöntemlerinden geçerken yeteri kadar Türkçe konuşmadıkları için mi bağırıyorlardı, duyulmamış mıydı? Yeteri kadar Türk, yeteri kadar Müslüman, yeteri kadar Erkek olmanın bence cinsiyeti yoktur, hiçbir zaman da olmadı, dili, dini, rengi, ırkı yoktur, olmazdı da, 12 Eylül’ün sesini yüzde doksan iki volüm ile açmasaydın belki de bugün Özgecan’ın sesini de duyacaktık.. Bence kadınların çığlığını duymamız ile 12 Eylül’ün volümünün sesinin fena halde ilgisi var.. Sadece kadınların çığlığının değil, insan sesiyle bağıran herkesin sesini duymamız ile ilgisi var.. Dersim’in, Maraş’ın, Çorum’un, Diyarbakır zindanlarının ilgisi var.. Hüseyin’in Ulaş’ın Sinan’ın Cihan’ın da ilgisi var.. Gezi Parkı’nın da var… Hrant yeteri kadar bağırmıştı bence, bir güvercin tedirginliği ile, ama sen öldükten sonra duymayı daha ölümsüzdür diye saydığın için duyamadın. Yeteri kadar Türk olmadığı için gerektiği kadar Türk olması öğütlendi. Sonra gerektiğinde polis olan ve daha da gerekmediği başka zaman gerekliliğine pek ihtiyacı olunmayan beyaz beresiyle yüzünü kapamaya çalışan devletin bekası tarafından yol ortasında kurşunlanarak öldürüldü… Bu tarihin, cinsiyeti yoktur.. Yeteri kadar ile başlayıp gerektiğinde ile biten cümle arasında devrik olan her şeyi asarlar, öldürürler, kurşunlarlar, yakarlar, bıçaklarlar, vururlar, yok ederler, talan ederler, işgal ederler…

Özgecan Aslan’ın katili erkektir.. Ona devletin bekası için bahşedilen erkeklik, devletin tezahür ettiği, kumanda ettiği, komuta ettiği, komando ettiği, kamp ettiği, kamplaştırdığı halin şeklidir.. Ve bu şekil akılda, kalpte, gönülde ve zihinde faşist ve ırkçıdır, kendisini başka türlerle anlamlandıramayan, kardeşleştiremeyen, dünyanın bütün erkekleri ve kadınları karşısında kendisini tek, özel, güçlü, sahip, cihan hakimi, kahraman hisseden ve onların tamamını da kendisine düşman, mihrak, odak, bölücü, hain olarak kodlayan şeydir.. Öfkeliyiz, biliyorum… Ben de çok öfkeliyim.. Fakat öfkelendiğimizde zalime benzemek gibi, gerektiğinde ile yeteri kadar eden yere varmamız arasında çok mesafe olmayabilir.. Yineliyorum ki, kadın cinayetlerinin sonucu erkeklerdir, fakat sebebi bu değildir.. Genelleme faşizmin en sevdiği olgudur.. Sebebi, bu zihniyetin, belki de bin yıldan fazladır bu topraklarda pompaladığı, en basit insani durumdan, en karmaşık mevzuya kadar, elinde ne varsa kullandığı, milli duygularla, hamaset yaparak, din diyerek, Allah diyerek, her türlü krizi, çıkmazı kendi çıkarına göre aşmaya çalıştığı, muhakkak düşman ve mihrak yaratarak ve aslında kendisi dışarıya bağımlı ve mihraklarla işbirliği içinde olarak, yetiştirdiği, büyüttüğü, sırtını sıvazladığı şeydir… Ali İsmail Davası bu sırt sıvazlamadır.. İç güvenlik Yasası bu sıvazlamadır, daha dün mecliste kavga ederken ortaya çıkan ruh halinin, minibüsün içindeki vahşetten ne farkı vardır? İç güvenlik dedikleri şey hep budur, türlü kepazeliklerinin, sahtekârlıklarının, hırsızlıklarının ve katilliklerinin bekaları nazarında sıvazlanması değildir yalnızca, gerektiğinde Türk-Sünni-Erkek bekçilerinin de rahatça kendilerine benzemeleri içindir… Güzel kardeşim, mevzu bir minibüsün içinde geçmektedir, doğrudur, ve vahşicedir, ve erkekçedir, kabul etmiyor değilim, ama olay daha büyük bir coğrafyada, hatta Kıbrıs’ta, Ortadoğu’da, ve dünyanın her köşesinde geçmektedir, ve inan bana yalnızca kadınlar değildir, sadece erkekler katil değildir, kadınlar, erkekler, çocuklar, ve insanlar ve elbette bütün canlıların meselesidir.. Her yazımın misafiridir, Hrant’ın yerde yatan cesedi insanca ve onurluca kalkmadan yerden, sana da insanca ve onurluca bir barış gelmeyecek… Özgecan öldürüldüğünde, bu Türkiyelilerin hepsi de böyledir dediğinde, bunların genlerinde var dediğinde, ve bölge bölge insan insan ayırıp Adanalılar Mersinliler dediğinde, güzel ve onurlu bir barışın olmayacak. Çünkü senin de kapına o minibüsle gelecekler, ki çoğu zaman mevzu minibüs değilken.. Özgecan’ın katilinin ruh hali, zihniyeti, beslendiği damar ve bekası ile hesaplaşmadıktan, onu tarihin karanlığına gömmedikten sonra huzurlu bir barışın da olmayacak.. Başka nasıl anlarsın bilmiyorum ki.. Ama Gezi’ye dokunman, Hrant’a dokunman, Alevi’ye dokunman, Kürde dokunman, Suriyeli’ye dokunman bunun için önemlidir.. Bunun için 12 Eylül’ün bütün çığlıklarını duyman gereklidir, duymaman çok saçma olur, duymadığında çok saçma şeyler oluyor çünkü.. Yerel bir duyguyla, ve kasaba zihniyetiyle, üstenci ve benim geldiğim yere onlar gelsinler diyerek Özgecan’ın çığlığını da kulak olamazsın.. Çünkü senin gözün sadece bir yere bakmaktadır, bir yeri görmektedir ve oradan konuşmaktadır…

Bütün erkekleri reddederek, potansiyel katil görerek, suçlu görerek, herhangi bir hadisede, bu gerektiği kadar ve yeteri kadar insan olmayı marifet diye satanların bekasından ne farkımız kalacak? Suriyeliler geldi işsiz kaldık.. Kürtler de zaten daha ne isterler ki.. Aleviler de zaten.. Ama.. Bu Türkiyeliler geldikten sonra… Bak bunların hepsi böyle? Sen Kıbrıs’ta bütün meselenin, bilimle, tarihle, felsefeyle durup açıkladığında “göçmenler” olduğunu mu düşünüyorsun? Sadece göçmenler olduğunu düşünüyorsan, mümkündür, küfür etmek, katil olmak, küfür etmek, tecavüz etmek, küfür etmek, insan öldürmek, mümkündür, Özgecan’ın katili erkeklerdir.. Erkekler genelde böyle büyüdükleri için hepsi de böyledir.. Tamam bir kısmı olmayabilir, sen değilsin, sen kendini yetiştirdin, sen bilgilisin, ama hepsi değil, o yüzden erkekleri aramıza almayalım, erkekleri meydanlarda yanımıza almayalım, erkekleri, erkekleri… Sonra? Bazen tıkırtı ile gelen faşizmi sezmezsin, ki mümkündür, bir gürültü ile başında döndüğünde ise nereden geldiğini düşünmeye başlarsın, bu da mümkündür. Ama bence mümkün olan, her zaman, insan olmamızdan, insan olmaktan gelen bir şeydir, dokunmak.. Türkiyelilere dokunacağız, göçmenlere dokunacağız, inşaat işçilerine dokunacağız burada… Onlarla anladığımızı anlatacağız.. Öyle kurgulu-kitabi-kes-yapıştır yaparak değil, en insani yerden, en acısının boğazını düğümlediği yerden.. Evet, çünkü öyledir, bazen yaşamaklar gelir geçer yanından, sen öyle yaşamak bilmezsin, işte öyle yaşamak bildiğinde birlikte yaşayacağız… Ve canım kardeşim, minibüse bineceğiz, korkmayacağız, ne sen ne de ben, sonra yolda, sokakta, belki de aynı apartmanda merhaba demekten çekinmeyeceğiz, sonra birbirinin yaşamasına ortak olan bir sürü mahalleden arkadaş olarak çıkacağız kalabalıklarla meydanlara.. O zaman işte Özgecan’ın gülen yüzünde geriye adalet mi yoksa yine devletin bekası mı kalır diye düşünmeyeceğiz, bize barış diye türlü maddelerle soğuk, nemli, buğulu ve kederli antlaşmalar koyduklarında bu minibüs nereye götürüyor bizi diye tedirgin olmayacağız, olmayacağız güzel kardeşim, Hrant gibi düşüneceğiz işte, kalbi bir çocuk kederlenmesi en fazla, su çatladığını buldu diyeceğiz, o zaman işte, orada, o sokakta, o yolda, o minibüste, o akşam, o sabah, o gece, kadınlar ve erkekler değil insanlarımız olacak, insanlarımız, biliyorsun değil mi, dokunduğumuz insanlarımız…

O gereklilik, o yeteri kadarlılık her gün insan öldürüyor.. Daha dün arkadaşları ile kartopu oynarken attığı kartopunun bile cama vurup vurmadığı belli olmadığı halde “ne yapıyorsun” diye gayet insani soru soran Nuh Köklü’yü de kalbinden bıçaklayarak öldürdü.. Cama vurmasa ne, vursa ne, belki de hiç oynamadılar, ne değişecek ki, esnaf da değil mesele, bu zırh onlara giydirilmiş, bu gereklilik uygun gördüğünde yeteri kadar olmayan hepimizi öldürülebilir, Nuh Köklü’de öyle öldü… Hangi vahşeti diğerinden ayırabiliriz ki, tasnifleyebiliriz ki? Bunlar, devletin gerekliliğinin, uygun gördüğü her yerde, yeteri kadar bulmadığı her durumda görev başında olan, kollu ya da kolsuz gezen zihniyetlerinin vahşetidir, politiktir, kadınlar ve erkekleri değil, insan olan, insanca düşünen, insanca yaşamak isteyen herkese karşıdır. Tee bilmem kaç yüzyılından beri de böyledir, böyledir! Yakarken, öldürürken, asarken, keserken, yok ederken, işgal ederken, kadınlar ve erkekler diye ayırmazlar..

O minibüse biz de çok bindik ah Özgecan! Hala da biniyoruz, bineceğiz. Çünkü başka yolumuz yok.. O yolda o minibüse bineceğiz ve o yolu gideceğiz. İnsanlara rağmen, insanlara inanmaya ve güvenmeye ve bir arada yaşamaya inanarak, gideceğiz… Sen ki, Berkin kardeşinin, Ali İsmail Kardeşinin, Hrant Abinin, Ethem kardeşinin, Medeni kardeşinin geçtiği duraktan geçtin, bir gün hepimiz için böyle karanlık, böyle gerekli, böyle yettiği kadar bir yer işte buralar, ve bir yer olmaktan daha hızla, daha korkunç, daha karanlık, ve daha dokunmaktan uzak bir yere gidiyor.. Ama götürmeyeceğiz… Gitmesin diye işte, ne o minibüsten ineceğiz, ne de o yoldan döneceğiz..! Vazgeçmeyiz insanlıktan, insan kalmaktan, ve insanca düşünmekten.. Ve bir gün ayakta duranlar ile oturanlar yer değiştirdiğinde, şimdi hani her bir oturana iki üç milyar ayaktaki insan sayısı kadar oturma düşüyor ya, her ayaktakine bir oturma yeri düşecek, ve o minibüs, inan bana, Hrant abimin düşünden çatladığı su gibi, bir gün, mutlaka, bizim olacak…

ALİ DOĞANBAY

 

Be the first to comment

Leave a Reply