Demokrasi-Celal Özkızan

Bugün “demokrasi” denince akan sular duruyor…

Bir kişi bir başka kişiyi veya örgütü “demokratik olmamakla” suçlayınca, üzerine çıkması pek kolay olmayan bir leke de atmış oluyor…

O yüzden bu aralar herkes demokrat…

Demokrat mısınız sorusuna “hayır” cevabını vermek, bir küfür gibi algılanıyor…

Pek tabii herkes de demokrat olunca, egemenlerin emekçilere yönelttikleri her türlü saldırı, “demokrasi” adıyla allanıp pullanıp güzel bir şekilde sunulabiliyor…

Avrupa büyük sermayesinin (özellikle Almanya ve Fransa büyük sermayesinin) projesi olan Avrupa Birliği, yıllarca elini kolunu sallaya sallaya “demokrasi” adı altında kendi vizyonunu ve uygulamalarını pek çok Avrupa halkına dayattı, hala da dayatıyor…

Sermeye sınıfının en genel çıkarlarının nerdeyse tamamını, emekçilerin en temel çıkarları pahasına bile 2002’den beridir uygulamaya koyan AKP hükümeti, yıllarca “demokrat” kimliğinin ekmeğini yedi; kendisine yöneltilen eleştirileri sadece kendisi değil, bazı “solcular” bile “demokratiklik” temelinden yola çıkarak çürütmeye çalıştı…

Aynı şekilde, artık Kıbrıs’taki başta ticaret sermayesinin çeşitli kesimleri olmak üzere genel anlamda sermaye ile içli dışlı olan CTP-BG, hala daha “Kıbrıs’ta demokrasi mücadelesinin en önemli aktörü” olduğundan söz edebiliyor…

Madem dünyadaki tüm emekçilerin (yani dünya nüfusunun çok büyük bir çoğunluğunun) aleyhine birçok saldırı düzenleyen egemenler bu “demokrasi oyununu” oynamaya kararlı, biz de geri durmak yerine, “demokrasiyi” ilerletici bazı öneriler sunup, “demokratların” samimiyetini test edelim…

Bu kısma geçmeden önce, kısa bir tarihsel yolculuk yapmakta yarar var…

***

Köleci toplumlarından itibaren, kapitalist topluma kadar, bugün “iktisadi alan” dediğimiz kim üretecek/ne üretecek/nasıl üretecek/ne kadar üretecek (üretim ilişkileri) ve kim sahip olacak/nasıl sahip olacak/ne kadarına sahip olacak (mülkiyet) meseleleri, “siyasi alan” ile iç içe geçmiş, kaynaşmış bir haldeydi…

Hal böyle olunca, bu gibi toplumlarda “yönetime” ya da “siyasete” dair meseleler, aynı zamanda üretime ve mülkiyete de dair meselelerdi…

O yüzdendir ki, mesela, demokrasinin zamanın koşullarına göre en katılımcı olduğu Antik Yunan’da bile, siyaseten söz sahibi olanlar ve yönetime katılmaya hakkı olanlar (yani bugünkü tabirle “vatandaş” olanlar), aynı zamanda mülk sahipleriydiler; bu yüzden Antik Yunan Atinası’nda bile, toplumun çok büyük bir çoğunluğu (köleler ve kadınlar) “vatandaş” değildi; ve yine sırf bu yüzden, Solon döneminde gerçekleşen ve mülksüz köylülere de vatandaşlık (yurttaşlık) hakkı tanınan reformlar, egemenler arasında çok ciddi tartışmalara neden olmuştu çünkü yönetimde söz sahibi olmak demek, köylülerin aynı zamanda mülkiyet ve üretim konusunda da söz sahibi olabileceklerini ve bunun da sömürüye uğrayan mülksüz köylülerin daha ciddi bir güç haline gelmesine sebep olacaktı. Elbette bu reformlar, Solon tarafından köylülere “lütfedilmedi”; aksine Solon, köylülerin gittikçe artan isyanlarına ve Atina askeri gücünün ve aristokrasisinin gittikçe daha fazla köylü sömürüsüne dayanmasından dolayı, mevcut çelişkileri geçici olarak da olsa bir nebze hafifletmek için böyle bir girişimde bulunmak zorunda kalmıştı…

Kapitalizm ise, kendine özgü bir üretim biçimi olarak, kendinden önceki tüm üretim biçimlerinden ayrılır. Bu ayrımın en önemli boyutlarından biri ise, “iktisadi alan” ile “politik alan”ın birbirinden, “formel” anlamda ayrılmasıdır. “Formel” derken kastedilen, bu ayrımın “kopukluk” anlamında gerçek/fiili bir ayrım olmadığı, sadece 1 – sömürünün artık doğrudan “iktisadi araçlarla” (yani kölecilik toplumunda ya da feodal toplumda olduğu gibi zorla/yasalarla/politik ve askeri güçle değil de, artı-değerin emekçiden, görünürde “özgür irade” sonucu oluşturulan iş sözleşmeleriyle) elde edilmesi ve 2 – mülkiyet ve üretime dair meselelerin, hukuki açıdan “siyasal alan”ın bir parçası kabul edilmemesi. Hal böyle olunca, kapitalizmde, bir toplumda yaşayan nerdeyse tüm kişilerin, bu kişilerin mülkiyet durumuna bakılmakısızın, “vatandaş” kabul edilebilmesi ve siyasette söz sahibi olabilmesi mümkün olmuştur. Elbette kapitalizmin oluşum sürecinde, egemenler emekçilere oy hakkını lütfetmemişlerdir ve sanılanın aksine kapitalizm, “demokrasi” olmadan da gayet tıkırında işleyebilir. Ancak işçi sınıfının çok ciddi oy hakkı mücadelesi sonucunda egemenler geri adım atmışlar ve evrensel oy hakkını tanımışlardır ki bu bile kendileri için büyük bir külfet değildir zira “sömürü” artık siyasal alanda değil de iktisadi alanda sürdüğü için, “siyasal alan” üzerinde her vatandaşın –elbette cüretini bilmek kaydıyla!- söz hakkı olması egemenler için bir sıkıntı değildir…

***

Şimdi de, yazının girişinde belirtildiği gibi, biz de demokrasi oyununa katılalım…

Madem herkes “demokrat” ve madem demokrasinin en azından en sıradan tanımları olan “karar alma süreçlerine veya kararı alacakları seçme süreçlerine katılımcılık” ve “çoğunluk” olduğu konusunda herkes üç aşağı beş yukarı mutabık, o zaman bazı öneriler sunalım :

1 – Asgari ücreti belirleyen komisyon, sermaye + sermaye yanlısı devlet + işçi sendikaları gibi gayet anti-demokratik bir zemin üzerine kurulmasın, seçimlerdeki gibi “orantılılık” esasına göre yapılsın; yani ülkede ücret karşılığı çalışan emekçilerin sayısı kadar oy gücü olsun, emekçiler tüm toplumda çoğunlukta olmalarına rağmen asgari ücreti belirleme komisyonunda devlet ve sermaye karşısında oy açısından 2’ye 1 geride olmasınlar.

2 – Madem herkes “demokrasi” ve “karar alma süreçlerine katılım” çağrısı yapıyor, gerçek bir demokratik hayat istiyorsak, hepimizin gündelik hayatlarının en az 3’te 1’ini oluşturan (ki bu da en iyi ihtimalle) çalışma mesaimizde, yani işyerinde de, ne üretileceğine, ne kadar üretileceğine, hangi kalitede üretileceğine ve üretim maliyetlerinin nasıl belirleneceğine; ticaret yapılıyorsa ne alınıp ne satılacağına, ne kadara alınıp ne kadar satılacağına ve üzerine kâr konulup konulmayacağına, konulacaksa ne kadar konulacağına o işyerinde çalışan herkes hep birlikte karar versin. 20 kişinin çalıştığı bir işyerinde, sadece patronun ve belki biraz da genel müdürün kararları vermesi, çok anti-demokratik değil mi ?

3 – Mesai saatlerine hep birlikte karar verelim : Bir işyerinde çalışan kişiler, ne kadar saat çalışacaklarına, bir işi hep beraberce gerçekleştirmek için ne kadar zamana ihtiyaç duyduklarına, ne kadar da boş zamana ihtiyaç duyduklarına göre hep beraber demokratik bir şekilde karar versinler.

4 – Şirketin elde ettiği gelirin nasıl bölüşüleceğine sadece patron değil, o şirkette çalışan herkes hep birlikte karar versin. Ne de olsa iş hep birlikte yapılıyor, herkes hep birlikte emek harcıyor hatta yeri geldiğinde fazla mesai yapılıyor; e haliyle ay sonu geldiğinde, tek bir kişinin geliri bölüştürme işini üstlenmesi, fazlasıyla anti-demokratik değil mi ?

***

Liste uzatılabilir, ancak şimdilik bunlar yeterli. Eminim ki, hepimizin demokrasi aşığı ve aşırı demokrat olduğu bu toplumda, bu önerilere kimse itiraz etmeyecektir. Eminiz ki bu önerilere itiraz edecek kadar demokrasi düşmanı, anti-demokratik kişiler toplumumuzda mevcut değildir.

Celal Özkızan