MAAŞ – Celal Özkızan

para_maasPek çok zaman, adım atabilmek için, o an durduğumuz / üstüne bastığımız yeri bilmek gerekir…

 

Nerede durduğumuzu / neyin üstüne bastığımızı bilmek ihtiyacı, kaçınılmaz olarak, bir yere doğru ilerleme isteğini planlamaktan / hayal etmekten doğar ve aslında nerede durduğumuzun bilgisi, o bilginin kendisini tarihe gömmek için edinilir : İnsan en çok da bir süre sonra değiştireceği şeyi bilir…

 

Kısacası nerede durduğumuzu ve nereye hareket edeceğimizi bilmek arasında çok hayati bir ilişki vardır ve bu ilişkiyi bir dengeye oturtmadan ne kişisel yaşamımızda ne toplumsal yaşamımızda olumlu anlamda yol alamayız…

 

***

 

Maaş meselesi yeniden tartışılmaya başlandı…

 

Her ne kadar da kapalı kapılar ardında bizlerin en hayati meseleleri üzerinden yapılan tartışmaları duyamayacak/bilemeyecek kadar “demokratik ve şeffaf” bir toplumda yaşıyor olsak da, hepimizin malumudur ki mevzu, AKP’nin “parayı istiyorsan paketi uygula” tehdidiyle birlikte yeniden gündeme geldi…

 

 

Ben bu yazıyı yazarken bu meseledeki gelişmeler ve tartışmalar hala sıcaklığı koruyor ancak bu yazı daha genel bir çerçevede yazılacağı için (yani her ay sonu ve hatta Kıbrıslı Türkler’in Ankara’ya bağımlılığı sürdüğü müddetçe geçerli olacağı için) bu geçici ve günü kurtarma niteliğindeki gelişmelerin ve tartışmaların bu anlamda çok da önemi yok…

 

***

 

Hem nereye bastığımızın / neyin üstünde durduğumuzu bilmenin öneminden, hem de nereye (ve nasıl) ilerlemeyi planlamanın öneminden söz ettik yazının girişinde…

 

Kıbrıs’ın kuzeyinde ne zaman bu türden “maaş krizleri” gündeme gelse, iki tane yanlış düşünce tarzı gelişir hemen…

 

Bu düşünce tarzları elbette bir anda ortaya çıkmazlar; genel olarak hayata karşı halihazırda var olan bir duruşun ve hayatı düşünme tarzının somut ve güncel durumlar üzerindeki yansımalarıdırlar…

 

Şimdi bu düşünce tarzlarını yakından inceleyelim…

 

***

 

Birinci grupta “hayalperest”ler ya da popüler adlandırmasıyla “Facebook devrimcileri” var. “Hayalperest” kavramını bu grubu tanımlamak için seçmemin nedeni, elbette hayallerin önemsiz olduğunu düşünmem değil; zaten yukarda da belirttiğim gibi, içinde hayal barındırmayan bir gelecek planlaması olamaz bile…

 

Birinci gruptakilerin birçoğu gözlerini  dimdik karşıya, çok uzak bir geleceğe dikip derin hayallere dalarlar ama gözlerini aşağıya doğru indirip ayaklarının nereye bastığını bilmediklerinden adım atamazlar…

 

İkinci gruptakileri ise genelde takım elbiseli yöneticiler,  gazete ve internet sitelerinde tepeden tepeden konuşup akıl veren çok bilmiş köşe yazarları veya sadece kendi kendini aydınlatan ‘aydınlar’ oluşturur…

 

İkinci gruptakiler sadece ayaklarına bakarlar ve o ayakların nasıl bir bedeni taşıyor olduğunu ve ileriyi görmek için kafalarını kaldırıp bakmaları gerektiğini unutup olumsuz anlamda “gerçekçi” olurlar : Ki birçoğu sürekli bizlere ne kadar muhtaç ve ne kadar aciz olduğumuzu bu yüzden de hep bedel ödeyen tarafın biz olmamız gerektiğini söylerler; kendilerine de “gerçekçi” derler ama aslında gördükleri gerçeğin sadece ufak bir kısmı, ve aslında herhangi bir insanın da pekalâ görebileceği bir kısmıdır…

 

Somutlaştırmak gerekirse; birinci gruptakiler, çoğu zaman sanal medya üzerinden, en büyük kahramanlıkları yapmamız gerektiğini söyleyip gözlerini en uzak -ve aslında çoğu zaman da görünmeyen- bir geleceğe dikerler ve kaçınılmaz olarak da hırçın bir umutsuzluğa katlanırlar : Hırçındırlar çünkü ayaklarının nereye basıyor olduğunun bilinci ile sabırlı ve küçük adımlara hazır değildirler; umutsuzdurlar çünkü elle tutulabilecek hedeflerden başlamak yerine aslında kendi kendilerini bile tam olarak inandıramadıkları şeylerden söz edip dururlar…

 

Bu ilk gruptakiler örneğin “Türkiye para göndermesin, istemeyik, onlardan gelecek hiçbir şeyi istemeyik” derler hırçınca ve en büyük kahramanlıkların ve fedakârlıkların propagandasını yaparlar; ama umutsuzca da oldukları yere -ki nerde olduklarını da tam olarak bilmezler- çakılı kalıp, “ne istediğimizi” söylemezler. “Ne istiyorsun söyle” diye çok ısrar ederseniz, size “eskiden Kıbrıslılar şöyle yaşardı böyle yaşardı” diye anlatmaya başlarlar : Saatler bir saat geri alınınca en çok sevinenlerdir onlar…

 

Yine de bu ilk gruptakilere karşı özel bir tavır almaya gerek yok; ne de olsa bu ilk gruptakilerin pek çoğu daha güzel bir gelecek isteklerinde samimidirler ve aslında bir ucundan da olsa mücadeleye dahil olurlar (veya olma potansiyelleri vardır) ama ya hiç olmayan bir gelecekte ya da yaşanıp gitmiş bir geçmişte takılı kaldıkları için ancak toplumsal muhalefet büyür, güçlenir ve siyasal alanda (özelde siyasi partiler alanında) da kendini ciddi bir alternatif olarak var ederse mücadeleye ciddi anlamda dahil olurlar…

 

***

 

İkinci gruptakiler, özellikle de takım elbiseli yöneticilerimizin pek çoğu (ve onların arkasında duran patronlar) söz konusu olduğunda ise özel bir tavır almamız gerekir zira onlar ilk gruptakiler gibi kişisel yakınmalarla sınırlı kalmazlar, “bizim adımıza” konuşurlar, kapalı kapılar ardında bizim hayatımızı etkileyen kararlar alırlar (daha doğrusu alınan kararlara boyun eğerler) ve en acıklısı da, gerçekten kendilerini de “bizim adımıza” doğruyu ve iyiyi yaptıklarına inandırmış durumdadırlar…

 

Şimdi onlara birkaç soru soralım…

 

Genelde Ankara ile, özelde AKP ile bizim aramızdaki ilişki tam olarak nedir ?

 

Sürekli bizlere “Kıbrıslı Türkler çıkarlarını ancak Ankara ile işbirliği halinde koruyabilirler” diyorsunuz…

 

Neden bu işbirliğinin sadece “Ankara” tarafından söz ediyoruz ?

 

“Parayı veren düdüğü çalar” madem, toprağını başka bir ülkenin on binlerce askerine açan, siyasi iradesini başka bir ülkenin yöneticilerinin, elçisinin ve bürokratlarının iki dudağı arasına devreden, halkının kurumlarına başka bir ülkenin sermayesini buyur eden, en güzel sahillerini başka bir ülkenin askerlerinin ve asker ailelerinin özel kullanımına veren, kültürünü ve yaşam tarzını başka bir ülkenin yöneticilerinin keyfine göre belirleyen bizler, hangi düdüğü çalacağız ?

 

En eşitsiz alışverişte bile iki taraf varken, emperyalistlerin cirit attığı Ortadoğu’nun dibindeki stratejik bir adanın mensupları olarak hiç mi bir şey vermiyoruz işgalcimize ?

 

Nasıl bir akıl tutulmasıdır bu ki, yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali, zeytinyağı gibi üste çıkıyor Ankara’nın egemenleri her defasında ?

 

“Maaşlar eksik yatmasın istiyorsak Elektrik Kurumu özelleşmeli” gibi lafları ağzından düşürmeyen takım elbiseliler, denizlerimizi petrole bulayan AKSA ile imtiyazlı/ayrıcalıklı alım sözleşmeleri imzalarken karşılığında bir şey istemek akıllarına gelmedi mi ?

 

Çok işgalci gördük de, böyle yüzsüzünü hiç görmedik doğrusu…

 

Hem işgal edecek, hem de “akıllı olmazsanız kirayı yatırmam” diyecek…

 

Ancak hata bizde…

 

Evimize kendimiz sahip çıkmak yerine, onu takım elbiseli emlakçılara devrettik.

 

Celal Özkızan
Baraka Kültür Merkezi Aktivisti

Be the first to comment

Leave a Reply