NİCE GERÇEK BAYRAMLARA – NAZEN ŞANSAL

Bugün 4 Ekim; Dünya Hayvan Hakları Günü… Ne manidar bir tesadüftür ki aynı zamanda, hayvan keserek kutlanan “Kurban Bayramı”

İnanç ve ibadet özgürlüğü, kültürel aktarımlar ya da süregelen gelenekler, sorgulanamayacak kavramlar değil, bilakis süzülüp damıtılarak insanlığın yararına olanları yaşatılırsa bir değere sahiptir. 1800’lü yılların sonunda evrim teorisinin bilimsel olarak ortaya konması ve kabul görmesinden itibaren, insan soyu olarak bir tür hayvan olduğumuz kanıtlanmış durumda. Dolayısıyla hayvanlar üzerindeki egemenliğimizi, onların bizler için yaratıldığını dinsel veya mitsel dogmalarla haklı gösterecek gerekçelere artık sahip değiliz. Ülkemizde hayvan hakları, bazı yasal düzenlemelerle ilişikili sınırlı dönemler dışında ne sağ ne de sol cenahtan yeterince ilgi görmekte, hayvanların din, av, kapitalist üretim gibi gerekçelerle kurban edilmesi konu bile edilmemektedir. Bu nedenle kurban “bayramı”na denk gelen böylesi bir günde türcülük, hayvan hakları ve hayvan özgürleşmesi hakkında düşünmek gerekli ve önemlidir…

Bir türün diğerine, şu veya bu nedenle üstünlüğünü savunan türcülük, insanın, hayvan ve doğa üzerindeki hakimiyetini tescilleyen bir insan buluşudur çünkü bu yıkıcı hakimiyeti haklı çıkaran aklın sadece insanda olduğuna inanan bir felsefi bahanedir aslında. İlk olarak, 1973 yılında İngiliz psikolog Richard D. Ryder’ın ırkçılık kavramıyla benzeştirerek ortaya attığı türcülüğü, Peter Singer, ünlü Hayvan Özgürleşmesi adlı kitabında cinsiyetçilikle de benzeterek ele almıştır. “Siyah Özgürleşmesi, Eşcinsel Özgürleşmesi vb. hareketlere aşinayız. Kadın Özgürleşmesi hareketinin de doğmasının ardından bazı kişiler bu yolun sonuna gelindiğini dü­şündüler. Cinsiyet temeline dayalı ayrımcılık, evrensel olarak kabul edilen, gizlemeye gerek duyulmadan uygulanan, eskiden beri ırksal azınlıklara karşı hiçbir önyargıları olmamasıyla övünen liberal çevrelerde bile geçerli olan son ayrımcılık biçimidir, dendi. Ama ‘son ayrımcılık biçimi’ ifadesini kullanırken daima dikkatli olmalıyız. Daha sonra, insanlar ve insan dışı hayvanlar arasındaki bariz farklılıklara rağmen, acı çekme yetisi açısından onlarla aramızda bir fark olmadığını ve bu durumun onların da tıpkı bizim gibi çıkarları olduğu anlamına geldiğini belirtmiştim. Sırf bizimle aynı türe mensup olmadıkları gerekçesiyle onların çıkarlarını göz ardı eder ya da önemsiz görürsek, kaba ırkçıların ve cinsiyetçilerin mantığını benimsemiş oluruz. Irkçılar ve cinsiyetçiler de, kendi ırklarına ve cinsiyetlerine mensup kişilerin, diğer tüm özellikle­rinden ve niteliklerinden bağımsız olarak, sırf bu özelliklerinden dolayı daha üstün bir ahlaksal statüye sahip olduklarını düşünürler. Çoğu insan akıl yürütme yetisi ve diğer zihinsel yetiler açısından insan dışı hayvanlardan daha üstün olabilir; ama bu, insanlarla hayvanlar arasında çizdiğimiz çizgiyi haklı çıkarmaya yetmez.”

egoeco
Ülkemizde hayvanların konu edildiği sınırlı çevrelerde ve dönemlerde, genellikle Avrupa Birliği’nden ithal hayvan refahı anlayışı hakimdir ve hayvan özgürleşmesinden hiç bahsedilmeden hayvan hakları savunulmaktadır. Hayvan refahı anlayışı, hayvanların insana ait birer meta olduğu mantığı üzerine kuruludur ve gereksiz yere işkence olmadıkça hayvanların yemeğimiz ya da giysimiz olmasını, onlar üzerinde tıbbi deneyler yapılmasını kabul eder. Onlara “insani” koşullarda ve insan sağlığına zarar gelmeyecek şekilde yer ve yem verilmeli, insanlığa faydalı olacakları şekilde ve en az acı çekerek yaşamaları ve ölmeleri sağlanmalıdır. Geçtiğimiz yıl gündeme gelen ve bazı açılardan olumluluklar barındıran Hayvan Refahı Yasası da, adından mütevellit, bu mantığın bir ürünüdür. Hayvan hakları savunucuları, acıyı azaltmanın değil hayvan sömürüsünü sürdüren bütün kurumların ve durumların tamamen ortadan kaldırılmasını talep etmektedir. Hayvan haklarını savunmak, 19.yüzyıldaki öncülleri gibi, kölelere daha iyi davranılmasını değil köleliğin yok edilmesini savunmaktır. Ancak içinde yaşadığımız devasa ve acımasız sistemin kandırmacaları ve saldırıları karşısında hayvan haklarını savunmanın da yetersiz kaldığı görülebilmektedir. Ülkelere ve zamana göre değişim gösterse de genellikle hayvan hakları savunucuları kapitalist ekonomik, politik, ve yasal kurumları kabul eder ve sermaye ile devlet arasındaki yapısal ilişkiyi çoğu zaman görmezden gelir. Daha çok İngiltere, ABD gibi gelişmiş kapitalist ülkelerde etki alanı olan hayvan özgürleşmesi hareketi ise bazen konumlarını haklar felsefesine dayandırarak, bazen de pratik eylemin önemi için felsefi tanımları reddederek, hayvanları sömürenlere doğrudan saldırılar düzenler ve hayvanların tamamen özgür kalmasını talep eder. Hayvan özgürleşmesi, kapitalizmi, emperyalizmi ve her türlü zulümü karşısına alır. Özgürlük için yapılan bütün insan mücadelelerini destekler ve insanların, hayvanların ve dünyanın yaşadığı zulmün aynı sebeplerden ve dinamiklerden kaynaklandığını kabul eder. Hayvan özgürlüğü fikrinin önemli bir biçimi Animal Liberation Front (ALF)’tir (Hayvan Özgürlüğü Cephesi). 1976′da İngiltere’de ortaya çıkan ALF, ABD’ye 1980′de yayıldı ve arından da dünya çapında 20’den fazla ülkede etkin bir hale geldi.

Elbette türcülüğe karşı çıkmak ve hayvanları savunmak, refah, haklar ve özgürlük perspektiflerini birbirleriyle yarıştırma meselesi değildir. Önemli olan ülkemizin kendine özgü koşulları ve sınıfsal, ideolojik, kültürel mücadele alanları ile kesişim kümeleri yaratarak etkileşim sağlanmasıdır. Bu ise gerek hayvan hakları savunucuları gerekse kendini solda tanımlayanlar için zor ama yürünmesi gereken bir yoldur.

“Geçmişin ahlaksal yaklaşımları düşüncemize ve uygulamalarımıza öylesine derinden nüfuz etmiş ki, kendimize ve diğer hayvanlara ilişkin bilgilerimizin değişmesinden bile etkilenmiyor.” demektedir Peter Singer. Oysa her türlü zulüme direnirken, adaletsizliğe itiraz ederken, ezilenin yanında konumlanırken kendini değiştiremeyen insan ülkesini, sistemi, dünyayı hiç değiştiremez. Hayvanların ne kendilerini ko­ruyacak sendikaları, ne de oy hakları var. Tam da bu nedenle, tüm canlıların yaşam haklarını savunan, onlarla birlikte, yaşamı eşit ve adilce paylaşabilmek için türcülüğü reddeden bir noktadan baskı ve sömürüye karşı çıkmak zorundayız. Bayramlar, türcülüğün ırkçılığın ve cinsiyetçiliğin ortadan kalktığı, sömürüsüz bir dünyada gerçekten herkes için bayram olacak…

 

Nazen Şansal – Barak Kültür Merkezi aktivisti

 

Be the first to comment

Leave a Reply