Peşkeş ve Dinsel Gericilik – Münür Rahvancıoğlu

200 dönüm ormanlık arazinin başbakan yardımcısının oğluna verilmeye çalışılması, eski cumhurbaşkanının kızı için de bakanlar kurulu kararı ile benzer bir peşkeş sürecinin işletilmesi, kamu kaynaklarından yararlanma şekli ile ilgili tepki gören bir babanın “oğlum bakan diye dükkan da mı açmayacağım” diyerek tepki verecek kadar kendini haklı görmesi… Hepsi son on gün içerisinde yaşanmış, akıllara durgunluk veren olaylar.

Bu olayların işaret ettiği tek olgu, mevcut hükümetin eş, dost, akraba, yandaş kayırmacılığında kendini aşmakta oluşu değil, aynı zamanda bunu yaparken utanmayı, sıkılmayı, çekinmeyi de atmış olduğudur. Başbakan Yardımcısı Serdar Denktaş’ın “yasal bir sorun yok, etik kısmını da hallederiz” derkenki rahatlığı başka nasıl izah edilebilir? Peki, bu durum sadece UBP ile DP’ye mi mahsus?
Peşkeş sürecine haklı olarak tepki gösteren CTP’ye kendi hükümet dönemlerinde yaşanan usulsüzlükler hatırlatıldığında ve ilginç bir tesadüf olarak eski bir CTP’li müşavirin kamu kaynaklarını usulsüz olarak özel şahıslara devretmekten tutuklanması olayı tam da bugünlerde yaşandığında; CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman’ın nasıl bir cevap verdiğine dikkat ettiniz mi? “Biz özeleştirimizi yapmamız gereken yerde yaptık!” Oysa mağdur edilen, kandırılan, inancı, umudu ve geleceği çalınan insanlar olarak, o özeleştiriyi biz hiç göremedik, duyamadık. CTP kendi içinde “tüh yakalandık, bundan sonra daha dikkatli olmalıyız” diyerek de özeleştiri yapmış olabilir ama biz Erhürman’a güvenmeliyiz! Tıpkı Serdar Denktaş’a güvenmemiz gerektiği gibi! Tıpkı Hüseyin Özgürgün’e güvenmemiz gerektiği gibi…
***
Bu peşkeş mevzularının gündeme gelmesinden çok önce de biliyorduk düzen partilerinin ne kadar birbirine benzediğini… Bu partilerin ilkesel, idealist, ideolojik hiçbir tutanağının kalmadığını biliyorduk önceden de… Parti değişme, rüşvet, koalisyon için parti kurma, kişisel çıkar, eş-dost-tanıdık kayırmacılığı, yalan, hile… Ne ararsanız var bu sistemde…
Kabul etmek gerekir ki, her ne kadar düzen partisi de olsalar, bu partilerin de sağı var, solu var… Ve gene kabul etmek gerekir ki, solda olanlar kirlenme ve yozlaşma konularında sağdakilerle yarışamıyorlar…
UBP ve DP’nin kirlenme, yozlaşma ve adileşme konusundaki üstün başarıları inkar edilemez. Ama bu sürecin sadece sağ partilerden ibaret olmadığı da bir gerçek…
Siyaset olduğu gibi ve bir bütün olarak kirlenmiş durumda…
***
Şair Özdemir Asaf şöyle der bir şiirinde: “Bütün renkler aynı hızla kirleniyordu, birinciliği beyaza verdiler.”
Bir toplumda siyasal yaşam; ekonomiden, sosyal yaşamdan, kültür-sanattan, eğitimden, medyadan ayrı düşünülemez… Aslında bunların hiçbiri birbirinden ayrı düşünülemez.
Ama siyaset, tüm toplumsal yaşamı olumlu hedeflere, ilkeler ve fikirler çerçevesinde oluşturulmuş bilimsel, aydınlık ve mutlu günlere taşımaya adanmış bir disiplin… Yani en azından tarihsel olarak öyle olma iddasında…
İşte bu yüzden ekonomi, sosyal yaşam, kültür-sanat, eğitim, medya ve siyaset aynı hızla kirlenirken, birincilik yine de siyasetin oluyor… Çünkü tüm toplumsal olguları temizlemesi gerekenin kendisi kirleniyor…
***
Bugün siyasette gün yüzüne çıkan kirliliğin; tüm diğer alanlardaki kirlenme ile bağlantısını görmezden gelebilir miyiz? Veya şöyle soralım, dolandırıcılık ve sahtekarlık konusunda ekonomi, sosyal hayat, kültür-sanat, eğitim ve medya daha mı temizdir?
Saymaya gerek var mı bilmiyorum…
Çek yasağı listesi her geçen gün uzar, hileli ifalaslar, kayıt dışı ve sigortasız çalıştırma, iş cinayetleri ve karşılıksız ek mesailer doruk noktasına çıkarken, her tüccar bir diğerini ve hepsi de vatandaşı sürekli kazıklarken bu ülkenin ekonomisi mi temizdir?
Kişisel ilişkiler büyük bir yozlaşma sarmalı içinde dibe vurur, kırk yıllık dostlar birbirine güvenemez hale gelir, aynı ailenin içinde cinsel şiddetten dolandırıcılığa ve hatta cinayete kadar olmadık iş kalmazken bu ülkenin sosyal yaşamı mı temizdir?
Kültür denen şey, yurtdışı seyehati, sanat denen şey gösteriş ve pretsij olarak algılanır, bir çok üretim aslında sahtekarlık ve intihal ile damgalanır, kültür ve sanat insanları sürekli kavgalarda birbiri ile parçalanırken bu ülkenin kültür-sanatı mı temizdir?
Eğitim kurumları para ile diploma satar, özel okullar yaygınlaşır, çocuklar da para basma makinesi olarak görülür, müfredatın değil fiyatın tartışılması normal karşılanırken bu ülkenin eğitimi mi temizdir?
Yalan haber, ısmarlama haber, rekalama bağımlı medya ve manipülasyondan tutun da, her türlü yoz ilişki tavana vururken bu ülkenin medyası mı temizdir?
Arif Hasan Tahsin, “Çirkef Yatağının Ortasında Gülistanlık Olmaz” demişti…
Şimdi bazıları, bu sözü yaptığı çirkefliklere mazeret olarak kullanıyor olabilir… Oysa hocanın dediği anlamak isteyene çok net bir mesaj veriyordu; çirkefin içinde gülistanlık aramak, “onlar kaka biz temiz demek” hayalden başka bir şey değildir…
***
Reklamda söylenen evrensel bir olgu değildir: En azından siyasette “kirlenmek güzel” değildir…
Ama her şey kirlenirken temiz kalmak da, kirlenmeyi göze almadan temizlik yapmak da mümkün değildir.
Toplumumuzun hijyenik bir siyasal demagojiye değil; onur duygusuna, direniş kültürüne, mücadele ruhuna, inanca ve geleceğe yönelik umuda ihtiyacı var…
Halkın içinde, her alanda yürütülecek mücadelelerin, ilkeli bir siyasal çizgi ile birleştirilmesi, kısa süreli işlerden erken sonuçlar umulmasından vazgeçilmesi; uzun soluklu, inatçı ve direngen bir adanmışılığın karakter haline getirilmesi acil bir ihtiyaçtır…
***
Tarih öğretiyor ki; içinden geçtiğimiz gibi bir yozlaşma ortamına yanıtı ya din verir ya da siyaset…
Kişiselden siyasala her türlü ilkesel tavır küçümsenir, yozlaşma tavan yaparken; siyasal islam da “etik kısmını halletmek” amacıyla harekete geçmiş durumdadır.
Din İşleri Dairesi’ne 297 yeni kadrolu istihdam öngören, Daire’nin kendine yurtdışı kaynak yaratmasına ve Bakanlar Kurulu onayına gereksinim duymadan harcama yapmasına imkan sağlayan, her mahalleye ulaşacak bir örgütlenme ağı kurmasını planlayan, eğitim, medya, Hac ve umre organizasyonları ile sosyal yaşama nüfuz eden yeni Din İşleri Dairesi (Değişiklik) Yasası bu sürecin parçasıdır.
Mesele basit bir Kur’an kursları meselesi değildir. Çamurun içinde banyo yapan bir halkın, vicdanını dinsel efsun ile arındırmaya yönlendirildiği bir toplum mühendisiliği projesi söz konusudur. Çünkü tam da Marx’ın dediği gibi “din ruhsuz bir dünyanın ruhu, ezilenlerin haykırışı, kalpsiz bir dünyanın kalbidir. Din kitlelerin afyonudur. (ağrı kesici)”…
Mevcut siyasal atmosfer; kirli olanlar ve kirlenecek olanlar dışında bir seçenek sunmuyor. Bu yüzden ya sistemi olduğu gibi muhafaza edip bireysel vicdanların rahatlatılması yolunda dinsel bir gerileme ile muhafazakarlaşacağız, ya da toplumsal bir kurtuluş için devrimci bir ruhla öne doğru atılacağız…

Münür Rahvancıoğlu
Bağımsızlık Yolu Genel Sekreteri