"SEVGİLİM… YOKSA SEN SEVGİLİM OLMAYABİLİR MİSİN?" – TUĞÇE TEKHANLI

Belki sen de o kadınlardansın, belki ben de, belki biz o kadınlardanız… Diyeceğim o ki; belki şiddet görüyoruzdur, ama farkında değilizdir. Belki şiddet mağdurlarını veya faillerini ötekileştirerek şiddeti ötelediğimizi sanıyoruzdur. Toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadına yönelik şiddet hakkında konuşuyorsanız muhtemelen siz de bu söylemle karşı karşıya kalmışsınızdır: Kıbrıs’ın kuzeyinde hakim olan “Bizde yoktur öyle şey, biz medeniyiz, göçmenlerdir bunu yapan genelde” söylemi… Biz dedikleri kim ola ki? Ama biz dediğimiz; bir bütün olarak toplumun, sosyo-ekonomik durumuna, yaşına, etnik kökenine, dini inancına/inançsızlığına bakılmaksızın toplumdaki her birey değil midir? Çünkü şiddet, bütün bu unsurlara bakılmaksızın, hepimize uğrayan ya da bir gün uğrayabilecek olan bir olgudur. Acıdır ki cinsiyet temelli baskı, şiddet ve ötekileştirmeden söz açıldığında başka temeller üzerinden ötekileştirme yaparak kendimizi o yuvarlığın dışına koyuyoruz, aslında tam da o çemberin içinde, merkezinde olduğumuzu gösteriyoruz. Kimimiz şiddeti uyguluyor, kimimiz onu meşrulaştırıyor hareket ve söylemleriyle. Kimimiz içselleştiriyor, kimimizse görmezden gelip bizi tam da o çemberin içine sürüklüyor. Belki kapalı kapılar ardındadır olanlar, fiziksel şiddete uğrayıp belki polise gitmemiştir kadın, belki gitmiştir de kendisine ahlak bekçiliği yapılıp “Karı koca arasında olur öyle şeyler” denildikten sonra eve;  ‘hapishanesine’ yollanmıştır kadın. Belki her gün psikolojik şiddete uğruyordur ama bunu içselleştirmiştir veya farkında bile değildir. Ev emekçisi olarak komşumuzla bir muhabbetimizde ayni şiddetten mustarip olduğumuzu anlayıp kendimizi rahatlatmışızdır veya karşımızdaki kişi kendini başka değerler üzerinden tanımlayıp pratiğinde gizliden gizliye baskıcı ve üsttenci tutumlar sergilemiştir de ataerkil olacağına ihtimal vermiyoruzdur o kişinin.  Bir gerçek varsa, Kıbrıs’ın kuzeyinde de “ataerki”, kadını bugün sokakta, evde, iş yerinde fiziksel, cinsel, ekonomik veya psikolojik şiddete “uğratmaktadır”. Bir de en önemli yaşam alanımız sayılabilecek ikili duygusal ilişkilerimiz var ki bütün bu  saydığımız diğer yaşam alanlarını içine almaktadır ve bu alanlardaki kadın mücadelesine ilişkin tavrımızda belirleyici rol oynamaktadır. Yakın partnerden gelen kadına yönelik şiddet mevzubahis olduğunda toplumumuzun geneli erkek partnerin kadın partnerinin bedenine temas etmeden gerçekleştirdiği şiddet türlerini, şiddetten saymama gibi bir yanılgıya düşüyor veya şiddeti kendi içinde hiyerarşik olarak konumlandırıyor. Vurulan bir tokat ile gün boyu aşağılama, bezdirme, yaptığı işi küçümseme, dışarıya çıkmasına veya kişisel harcamalarına sınırlamalar getirme, kadının hareket alanını günün gündüz dilimi ve belirli saatleri ile sınırlandırma vb. suretiyle gerçekleştirilen psikolojik şiddet arasında keskin ayrımlar yaparak, bedenimizde hissetmediğimiz ama ruhumuzu kanatan, paramparça eden şiddeti meşrulaştırıyoruz, kabul edilebilir kılıyoruz. “Bu kıyafeti giyme” veya “Bu elbiseyi çıkarmazsan şuraya gitmeyeceğiz” “Şu iş yerinde çalışma; oradaki şahıslar seni rahat bırakmaz” cümlelerini kıskançlık kategorisine sokarak bu şiddet biçimini hem kendi içimizde hem de dışımızda normalleştiriyoruz. Böylelikle medyada çıkan “Kıskançlık cinayetle sonuçlandı” türünden son derece eril dille yazılmış, erkek iktidarının bakış açısıyla hatta o dev zincirli elleriyle yazılmış haberlerdeki kadın temsilini sorgulamıyoruz, dahası halimize şükredebiliyoruz. Çünkü içerisinde bulunduğumuz ilişkide biz kıskanılan kadın yani “Korunan, sevilen kadın” olduğumuza kendimizi çoktan ikna etmişizdir. Çünkü biz her gün aşağılanıp, baskı altına alınıp öz saygımızı yitiriyoruz; ama henüz öldürmüyorlar bizi “onlar” gibi. Eril iktidar özneleri yaşamımızın her köşesinde mevcuttur. Bu bazen bir gazeteci-yazar, bazen bir öğretmen, bazen bir sevgilidir. Ve ne yazık ki bunlar kol kola girmiş hiç adil olmayan bu ataerkil sistemi devam ettiriyorlardır. Ettiriyorlar; çünkü bu sistemin onlara sağladıkları avantajlardan yararlanıyorlar, kadını ikincil konumda görmekten istifade ediyorlar. Her seçim arifesinde parti içi kotadan dem vurup eve döndüklerinde yemek bulamayınca eşlerine homurdanan siyaset “adamlarımız” da bu sistemin kaymağını yeme derdindeki halkalardan.  Medya, polis, yasa koyucu ve uygulayıcılar, eğitim kurumları, sermaye sahipleri sana şiddet uygulayan sevgilinin, babanın, kardeşinin yanında olabiliyor çoğu zaman. O yüzden gözüne görünmez olabiliyor maruz kaldığın şiddet ya da bir süre karşı çıkıp yalnızlaştırılıp sonra normalleştirebiliyorsun. Ama sen, bu el birliği yapıp birbirini besleyerek kadını tutsak eden ataerkil ve kapitalist sistemin halkalarından değil, kadının özgürleşmesini ve eşitliği esas alan mücadelenin halkalarından olursan eğer, önce kendini kurtarırsın, sonra beni ve sonra hiç tanımadığımız ama çok iyi anladığımız bir kadını. Bunun için “Kadına yönelik şiddet nedir, ne suretlerde karşımıza çıkar” ve “En büyük yaşam alanım olan ilişkimde şiddete uğruyor muyum?” diye sormalısın/sormalıyız kendimize. Çünkü öncelikle sevginde özgürleşmelisin, önce sevgimde, evimde özgürleşmeliyim ki gözlerimdeki toz bulutu dağılsın da kanatlanıp savaş açayım bu eşitlikten yoksun, ezme ve ezilme üzerine kurulu sistemi devam ettiren diğer bütün öznelere.

 

Not: Bütün samimiyetiyle kadının özgürleşmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde yer alan tüm erkeklere selam olsun. 

 

Tuğçe Tekhanlı

Baraka dostu

Be the first to comment

Leave a Reply