“Ultra Zenginler, Neredeyse Ödemedikleri Vergiyi Hiç Ödememek İçin Ülkeyi Komple Satmaya Hazırdırlar”

Bağımsızlık Yolu Kurucu Üyesi Celal Özkızan, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda yaşanan salgının ekonomiye yansımalarına ilişkin değerlendirmede bulundu.

Önümüzdeki birkaç yıl, Kıbrıslı Türk sermaye sınıfının “kendi içinde” böylesi çatışmalar çok yüksek ihtimalli, hatta ihtimalden de öte kesin.

Farklı sermaye kesimleri, küçülen pastadan mümkün olan en çok payı almak için (daha doğrusu zarardan en az etkilenmek için) hükümet üzerinde baskılarını da artıracaklar.

Yani özelleştirme, hem de basitçe “bir kurumu özelleştirme” da değil sadece, aynı zamanda ormanlarımızın, yeraltı kaynaklarımızın ve denizlerimizin satılığa çıkartılarak burdan gelir elde edilmesini savundular. Yani ultrazenginler zaten çok az ödedikleri vergiyi hiç ödemesinler diye, ülkeyi komple satmaya hazırdırlar.

Açıklama şöyle:

“Sınıf mücadelesi” dediğimiz şey, sadece emekçiler ile patronlar arasında yaşanmaz. Sınıflar kendi içlerinde de çıkar çatışmaları yaşarlar. Bu “sınıf-içi” çatışmalar, sınıflar arası çatışmalar gibi “sistemsel” olmamakla birlikte, kriz dönemlerinde siyasal ve toplumsal alanı sarsıcı olaylara gebe olabilirler.

Önümüzdeki birkaç yıl, Kıbrıslı Türk sermaye sınıfının “kendi içinde” böylesi çatışmalar çok yüksek ihtimalli, hatta ihtimalden de öte kesin. Bu kesinlik ne kadar derin ve ne kadar keskin gerçekleşecek, onu zaman gösterir.

Ülkemizde sermaye birikimi, ciddi anlamda “dışa bağımlı”. Bu dışa bağımlılık, beş düzlemde açıklanabilir:

1 – Zenginliğini ithalât üzerinden, yani dışarıdan mal satın alıp içeriye mal satmak üzerinden kuran bir kesim olması.

2 – Yerelde yapılan üretim faaliyetlerinin bile (örneğin inşaat), girdi bakımından (örneğin inşaat malzemeleri) dışarıya bağımlı olması.

3 – Ülkede en ciddi sermaye birikiminin yaşandığı alanlar olan turizm ve yükseköğrenimin çok büyük oranda “dış talebe” bağlı olması.

4 – Üçüncü madde ile bağlantılı olarak, gelmeyen turistler ve öğrenciler sadece turizm ve yükseköğrenim sektörlerini etkilemeyecek; çünkü bunların talep yarattıkları diğer sektörler (restoran, konut/kira, eğlence, araç kiralama vs) de var. Yani sadece ülkede satılan ürünlerin dışarıdan getiriliyor olması ya da içeride yapılan üretimin çoğunun hammaddesinin bile dışarıdan olması anlamında dışa bağımlılık değil, aynı zamanda, o ürünlerin satıldığı kişilerin kaydadeğer bir kısmı da “dışarılı”

5 – Ülkemizde sermaye birikiminin en yoğun yaşandığı yerler, aynı zamanda yabancı işgücünün yoğun olduğu yerler. İşgücü açısından dahi bir “dışa bağımlılık” var (İlk dört maddeden farklı olarak, beşinci maddede bir sorun çıkmama ihtimali de var çünkü bütün sağlık risklerine rağmen, memleketimize gelip ekmek kazanmak isteyecek gariban ne yazık ki dünyada çok).

Bu beş düzlemin ortaya çıkaracağı sonuç malûm: pasta küçülecek. Büyük sermaye kesimi, bu küçülen pastanın bedelini bir bütün olarak en çok emekçilere, küçük esnafa ve küçük işletmelere ödetmeye çalışacak, bunu not edelim. Ancak pasta ciddi şekilde küçüleceğinden, birbirlerine de düşmeleri kaçınılmaz olacak. Bu süreçte büyük sermaye de -halkın binde biri kadar olmasa da- kaybedecek, ama kendi içlerinde “kim daha çok kaybedecek, kim daha az kaybedecek” gerilimi yaşanacak.

Örneğin, korkunç bir biçimde azalacak olan döviz gelirlerinin bedelini, tüccarlar daha az mal ithâl ederek mi ödeyecek yoksa inşaatçılar daha az inşaat yaparak mı? Küçülen pasta, en çok hangi kısımdan küçülecek? Araba galerileri mi daha az araba satacak, yoksa büyük restorantlara ve meyhanelere mi daha az gidilecek?

Bu sorunun cevabını basitçe “vatandaşın talebi nereye akarsa orası kazanacak, nereye akmazsa orası kaybedecek” gibi bir “kendiliğindenlik” vermeyecek sadece. Farklı sermaye kesimleri, küçülen pastadan mümkün olan en çok payı almak için (daha doğrusu zarardan en az etkilenmek için) hükümet üzerinde baskılarını da artıracaklar. Örneğin, hangi ürünlerde gümrük artırımına (hatta belki ithalât kısıtlamasına) gidilip gidilmeyeceği, ve hükümetin öyle veya böyle bu yönde -günün sonunda vermek zorunda kalacağı- karar, belli bir sermaye kesimini ciddi etkilerken, geri kalanları o kadar da etkilemeyecek; ya da örneğin, oteller, çeşitli kampanyalar yoluyla “yerli turistleri” cezbetmeye çalışırken, bu yönde oda fiyatı indirimine gidecek, ve hükümete “ben fiyat indiriyorum, biraz da sen katkı koy ki fiyat daha da düşsün, böylece sektör dönmeye devam etsin” dediğinde hükümet kaynaklarını bu yönde mi kullanacak yoksa başka bir sermaye kesimine mi kolaylık sağlayacak… İşte bu gibi gerilimler, çatışmalar ortaya çıkacak.

Bu gerilimlerin arttığı, ve özellikle doruk noktasına tırmandığı dönemlerde, başta yazılı ve sosyal medyada olmak üzere çok çeşitli mecralarda çeşitli sermaye kesimlerinden kişiler ve onların sözcüleri, kendi KISMİ taleplerini “ekonomik aklın bir gereği ve çabucak toparlanmanın tek yolu” olarak sunarken, başka sermayedarların KISMİ taleplerini de canavarlaştırmaya çalışacaklar. Bunu yaparken de, halkın desteğini arkalarına alacak manevralara başvurmaya da çalışacaklar. Örneğin, “bu dönemde eskisi gibi ithâlat yapamayız, o yüzden x ürünlerin ithalâtına ekstra vergi gelmeli, yerli üretime önem vermeliyiz” türünden sözler edip, sadece kendilerine alan açmaya çalışıyormuş gibi değil de ülkenin durumunu düşünüyormuş gibi davranacaklar. “Evet evet, dışa bağımlılık sona ersin, kendimiz üretelim, yaşasın yerli üretim” diye safça düşünerek bu lafların arkasına takılacak pek çok emekçi de olacaktır.

Tüm bunları yazma sebebim ise şu: Bu dönemde, egemen kesimlerden, büyük ve orta-büyük ölçekteki sermayedarlardan, ultrazengin kesimlerden üzerimize boca edilecek propagandalara hazır olalım, ve onların kendi aralarındaki savaşta bir tarafın askeri olmayalım. “Kulağa hoş gelen” fikirlerin gerçek ekonomik, toplumsal ve siyasal anlamları/sonuçları üzerinde iyice düşünelim. Sorgulayalım. En önemlisi ise, bir bütün olarak ultrazenginlerin, sektör ayırdetmeden ellerini taşın altına koymaları çağrısını gündeme taşıyan servet vergisi talebinin arkasında duralım, yani “başkalarının taleplerine meze olmak” yerine, kendi talebimizin öznesi ve sözcüsü olalım.

Çünkü kendi aralarında yer yer didişecek olsalar bile, günün sonunda emekçilere, küçük esnafa ve küçük işletmelere karşı pratikte birlik olacaklar. Daha bugün, biz servet vergisi talep ederken, ülkedeki bir sermaye derneği, hükümete sunduğu talepler listesinde, bırakın servet vergisini, mevcut gelir vergisinin bile minimuma indirilmesini ve Kıbrıs’ın kuzeyinin bir “vergi cenneti” haline getirilmesini savundu. Daha az vergi toplanmasının kamu gelirlerini azaltacağını bildiklerinden, çözüm olarak, şunu da önerdiler: “çeşitli konu ve yatırımlar ile ilgili devlet tarafından imtiyaz satılması (örneğin; Liman, marina, maden, orman ürünleri, sanal bet…)” Yani özelleştirme, hem de basitçe “bir kurumu özelleştirme” da değil sadece, aynı zamanda ormanlarımızın, yeraltı kaynaklarımızın ve denizlerimizin satılığa çıkartılarak burdan gelir elde edilmesini savundular. Yani ultrazenginler zaten çok az ödedikleri vergiyi hiç ödemesinler diye, ülkeyi komple satmaya hazırdırlar.

Aynı sermaye örgütü, sırf “satışlar durmasın” diye “tüketici kredisi kullanımıyla ilgili yasal alt yapı hazırlanması ve devlet desteği sağlanması”nı, yani insanların ciddi şekilde borç batağı altına saplanması pahasına işlerinin sürüp gitmesini talep ettiler hükümetten.

Daha fazla uzatmayım. Tepedekilerin başlatacağı tartışmalara ve tepeden çekilen kılıçlara gözlerinizi ve kulaklarınızı kapatın ve sadece “servet vergisi” talebini kuşanın.