YENİ “YETMEZ AMA EVET”ÇİLER : HAYAT PAHALILIĞI ÖDENEĞİNİN KALDIRILMASI – CELAL ÖZKIZAN

Türkiye’deki 2010 Anayasa Referandumunu herkes hatırlayacaktır…

 

Referandumdaki “yetmez ama evet(YAE)”çileri de…

 

YAE’cilerin en büyük başarısı, sanıldığının aksine, AKP’nin anayasa paketini olumlu bir şeymiş gibi satması değildi…

 

YAE’cilerin en büyük başarısı, sosyalist mücadelenin teorik olarak en önemli işlevi olan, toplumsal ilişkileri ve gelişmeleri bir bütünlük içinde ve bir süreç olarak  açıklamasına ket vurup, sadece “o an olana” odaklanmasıydı…

 

AKP’nin anayasa paketindeki maddeleri tek tek cımbızlayarak inceleyip (ki böyle yapıldığında bile sorunluydular), o anayasa paketinin, AKP’nin bütünlüklü projesindeki konumunu unutturarak ve bu bütünlüklü süreçten yola çıkanları “niyet okuyorsunuz siz” ya da “küçük kazanımlar da ilerici adımlardır” diyerek dışlamalarıydı…

 

Bir sol düşünün ki, toplumsal gelişmelerin geniş bağlamı içinde yorumlanmasını “niyet okumak” olarak adlandırsın…

 

Bu kişiler, Marx’ın zamanında, yani kapitalizm henüz tüm dünyaya yayılmadığı o zamanlarda yaşasalar, Marx’ın, “sermayenin tüm dünyaya nüfuz edip yayılma eğiliminden” söz etmesi karşısında, Marx’a da “niyet okuyorsun sen” derlerdi herhalde…

 

AKP neoliberal bir projeydi, ve halâ öyle…

 

Ve her neoliberal proje, toplumsal çelişkileri arttırır ve keskinleştirirken, ezilen kesimlerin sayısını arttırıp, o kesimleri de kaynayan bir kazana dönüştürür…

 

Bu kaynayan kazanı patlamadan ya da taşmadan idare etmenin tek yolu da otoriterleşmedir…

 

Neoliberal projeler nerelerde uygulanmış olduysa olsun (bu ister burjuva demokrasisinin en gelişmiş olduğu İngiltere, ister “demokrasinin” doğum yeri olan Yunanistan olsun), bu ancak otoriter hükümetler aracılığıyla gerçekleştirilebildi (İngiltere’de Thatcher örneği; Yunanistan’da ise, özellikle kapitalizmin 2008 krizinden sonra, en temel temsili demokratik uygulamaların bile bir kenara atıldığı teknokrat hükümetler ve Troyka örneği)…

 

İşte Türkiye’deki referandum da, AKP’nin neoliberal projesinin önündeki bazı engelleri temizlemekteki araçlardan biriydi sadece…

 

Neydi bu engeller ?

 

1 – Sermayenin dolaşımı/yatırımı ve genel olarak Türkiye’nin daha da çok piyasalaştırılması/kapitalizme entegre edilmesi önündeki idari/bürokratik/yasal/kurumsal engeller…

 

2- Neoliberalizmin siyasal alandaki en  belirgin eğilimlerinden biri olan yürütmenin güçlenmesi (ve yasama ile yargıyı kendi içinde eritmesi) önündeki engeller…

 

İşte referandumdan evet çıkması, bu engelleri tamamen ortadan kaldırdı ve zaten o referandumdan sonra hem AKP daha da otoriterleşti, hem de sermayenin talanı, sömürüsü ve yayılması akıl almaz boyutlara ulaştı (en uç örneği de Soma katliamıdır)…

 

Bu anayasa paketinde, cımbızlandığında olumlu görünen kısımlar ise, YAE’cilerin dediği gibi “kısmi kazanım” değil, AKP’nin bütünlüklü projesini vazoyu devirmeden gerçekleştirebilmesi adına verilmiş “tavizler”di sadece (ki artık gerek kapitalizmin krizinin Türkiye’de etkilerinin iyice hissedilmeye başlamasıyla, gerekse de AKP’nin –halâ yerel ve uluslararası sermaye açısından en sağlam aygıt olsa da- yönetebilme kabiliyetini gittikçe yitirmesiyle ve direnişlerin de artmasıyla o vazo her gün bir yerinden çatlıyor)

 

Peki bunun böyle olacağını görmek için “niyet okumaya” ya da “kahin olmaya” mı gerek vardı ?..

 

Hayır, toplumu emek-sermaye çelişkisi üzerinden anlamak ve okumak yeterliydi…

 

***

Şimdi hayat pahalılığı meselesinde, aynı türden bir belayı başımıza CTP-DP hükümeti saracak, ve biz tarihten ders almamışa benziyoruz…

 

AKP, neoliberal projesini Kıbrıs’ın kuzeyinde de yerli işbirlikçileri aracılığıyla uyguluyor yıllardır (tıpkı güneyde, AB’nin bu projeyi yerli işbirlikçileri aracılığıyla uygulaması gibi)…

 

Meseleye BÜTÜNLÜKLÜ olarak baktığımızda, amaç neoliberal uygulamaların (özelleştirmeler, sadece emekçileri etkileyecek bütçe kesintileri, sosyal devlet uygulamalarının tasfiyesi, sermayeye ciddi ayrıcalıklar, piyasa mekanizmasının ve metalaştırma sürecinin hızlandırılması…) yerleştirilmesidir ve Göç Yasası (ve ardından gelen diğer iki ekonomik protokol de) bu projenin en önemli parçasıdırlar…

 

Öte yandan, toplum emek-sermaye arasında çelişkiler üzerine kurulduğu için, her yeni uygulama, aşağıda kaynayan kazanın ateşini daha da alevlendimektir ve neoliberal uygulayıcı iktidarların birinci görevi bu projeyi uygulamaksa, ikinci görevi de bu projeyi, yönetme kabiliyetini kaybetmeden ve böylece toplumsal bir çalkantıya ve başkaldırıya yol açmadan uygulaması ve gerekirse de bu yönde kısmi ve geçici tavizler vermesidir…

 

İşte CTP-DP hükümeti de, neoliberal projeyi AKP’yle işbirliği içinde yöneten partiler olarak ve asla Göç Yasası’nı kaldırmayacak bir hükümet olarak, bir yandan bu uygulamayı devam ettirmeli, öte yandan da Göç Yasası’na karşı gittikçe artan tepkileri idare etmelidir…

 

Tebrik etmek gerekir ki, hayat pahalılığı hamlesi, çok akıllıca bir taktik oldu bu idare etme işinde, özellikle de sol kesimlerin bazılarından gelen olumlu tepkilere baktığımızda…

 

CTP-DP hükümeti, aslında bilindik bir hamleyi uyguluyor : toplumdaki temel çelişkinin emek-sermaye arasında değil de, emeğin görece ayrıcalıklı kesimleri ile ayrıcalıksız kesimleri arasında olduğu düşüncesini yayarak…

 

Tartışmaya dair de bütün mesele de burda zaten…

 

Evet, gerek kamu içinde, gerekse kamu sektörü ile özel sektör arasında çeşitli eşitsizlikler vardır ve bu kocaman bir sorundur…

 

Evet, üretimden koparılmanın ve memuriyete tıkılmanın bir sonucu olarak, bu kamu sektörü içinde, hiç emek harcamadan maaş çeken insanlar da vardır…

 

Ancak bütüncül olarak baktığımızda, Göç Yasası’ndan beri uygulanan tüm politikalar, sermaye lehine ve emek aleyhinedir…

 

Bu bütüncül projeye karşı çıkma görevi herkesin malumu gibi görünüyor ancak ne ilginçtir ki, bizzat bu projenin sözcülerinin hayat pahalılığına dair yapmaya çalıştıkları meşrulaştırma girişimleri “anlayışla” karşılanmaya başlandı…

 

Sanki Göç Yasası’nı kaldırmayan, hatta üstüne üstlük bazen açıkça bazen çaktırmadan savunan CTP-DP hükümeti (ve öncesinde de UBP hükümeti) değilmiş gibi, bu projeyi uygulayanların hayat pahalılığına dair attığı adım, yetersiz olsa da “eşitsizlikleri gidermek” olarak algılanıyor (tıpkı AKP’nin anayasa paketinin, yetersiz olsa da bazı demokratik ilerlemeler kaydettiğinin iddia esilmesi gibi)…

 

Sanki CTP-DP hükümeti, genel olarak emeğin haklarını budayan bir hükümet değilmişçesine, bu hükümetin, emek kesiminin içindeki bazı dengeleri oynatmasına “eşitlik” uygulaması olarak bakılıyor…

 

Sanki amacımız sermayeye ve neoliberalizme karşı emek güçlerini toparlamak değilmişçesine, durup emeğin içindeki kartların yeniden nasıl karılacağını (ki bu yeniden karılma çok küçük bir değişiklik biçiminde gerçekleşiyor ama mesele o değil) tartışıyoruz…

 

Çünkü zihnimize –her neoliberal proje örneğinde olduğu gibi- öyle bir yerleştirmişler ki, emeğin içindeki en zor durumdaki kesimlerin durumunun düzelmesinin yolu asla sermayeden kesintiler yapılması olamaz (çünkü sermaye dokunulmazdır, kutsaldır ve tartışma konusu değildir) ama ancak emeğin içindeki kesimler arasında bir yeniden bölüşümle mümkün olabilir…

 

Denilecektir ki, “iyi de ama, bu düzenlemeyle Göç Yasası sonrası işe giren kesimler biraz da olsun rahatlayacaklar”…

 

İşte tam da bu varsayım, ölümcül derecede tehlikelidir sol anlayış için…

 

Sanki Göç Yasası’nın uygulanma sebebi neoliberal proje değil de kamunun görece ayrıcalıklı kesimleriymiş gibi, “rahatlama” işini bu projeye karşı adımlar atarak değil de bu projenin hedef aldığı kesimler arasında bir düzenleme yaparak gerçekleştirileceğine bizi inandırmak istiyorlar…

 

Sanki, tıpkı AKP örneğinde olduğu gibi, uzun hatta orta vadede bu girişimlerin sonucu emeğin haklarının genel olarak gerilemesi olmayacakmış gibi (yani hem Göç Yasasıyla işe girenlerin, hem öncekilerin, hem de özel sektör emekçilerinin), bizi bu adımı kabullenmeye çağırıyorlar…

Bu kabul edilemezdir!

Bizler salak değiliz, ve hiç değilse AKP örneğinden ders çıkarmayacak kadar salak değiliz !

Hedeflenen, emeğin genel olarak yoksullaştırılmasıdır ve bazı sol kesimlerin dahi “eşitlik adına” alkışladığı şey, “yoksullukta eşitlik”tir…

Sol ne zamandan beri “kısmi kazanım” lafını sermayeye karşı kullanmaktan vazgeçip de emek içindeki bölüşümler için kullanmaya başladı ?..

Kısmi kazanım elbette önemlidir, ancak sermaye karşı gerçekleştirildiğinde anlamlıdır…

Bu kısmi bir kazanım değil, kısmi olmayan ve gayet de genel olan neoliberal projenin takır takır uygulanması yolunda verilmiş bir tavizdir…

Kazanım elde edilen bir şeydir, taviz ise verilen bir şey…

Solda durmak ise, bu tavizleri “kısmi kazanım” gibi göstermek değil, onların bütünlüklü projedeki konumlarını ve anlamlarını deşifre etmektir !

Solda durmak, yetmez ama evet demek değil, yetmez ama hayır demektir !

Yetmez, çünkü asıl hedef bu düzenin değişmesidir; hayır, çünkü bu düzen, size evet denilerek değiştirilemez !

Göç Yasası’ndan sonra işe giren emekçilerin durumunun düzelmesinin yolu, adı üstünde zaten, buna sebep olan Göç Yasası’nın kaldırılmasıdır !

Bunun gibi tavizlerin ortada vadede varacağı sonuç, emeğin bir bütün olarak geriletilmesidir, yoksullukta eşitlenmektir…

YETMEZ AMA HAYIR !

Celal Özkızan

Baraka aktivisti

Be the first to comment

Leave a Reply