Ek Mesai ve Top Niye Bizim Kalede? – Münür Rahvancıoğlu

Krizden en fazla etkilenmekte olan kesimlere yönelik hiçbir somut icraatta bulunmayan hükümet; zam yapmaya devam ediyor. Sendikalar hükümetin geçtiğimiz hafta açıkladığı önlemler paketi karşısında vatandaşın tepkisini örgütlemek için hiçbir şey yapmadı… Önlemler paketinin içeriğindeki teker teker maddelerle ilgili olarak, her kesim bir şeyler söylüyor, eleştiriyor, yeriyor veya tartışıyor. Ama paketin ruhu ile, hükümetin genel yaklaşımı ile ilgili Bağımsızlık Yolu dışında somut bir eleştiri ortaya koyan yok… Oysa tek tek her bir konuda ne yapılacağından daha önemli olan konu şu: Bu krizde siyasi irade kimin korunmasına öncelik verecek; büyük sermayenin mi, yoksa küçük üretici, esnaf ve emekçilerin mi?

Meseleyi bu temelden tartışmadığımız sürece, sermayeden yana hareket eden hükümet hepimizi teker teker avlamaya devam edecektir. Tıpkı üyeleri ek mesai çalışmak zorunda bırakılan bir grup sendikanın başına gelen gibi…

***

Yasa açıkça “günlük sekiz saat, haftalık kırk saatin üzerindeki çalışmalar fazla çalışmadır ve normal mesai ücretinden farklı ücretlendirilir” der ve bunun adı da “ek mesai ücretidir.” Oysa hükümet krizi bahane ederek sekiz saatin üzerindeki çalışmaları normal mesai ücreti ile ödemeye karar verdi. Fazla mesai yapmamaya karar veren ilgili sendikaların eylemini de “grev nitelikli eylem” olarak tanımlayıp yasakladı.

Yaklaşık iki haftadır halkın haklı çığlığına kulak tıkayan sendikaların bazıları, şimdi haklı olarak avaz avaz bağırıyor. Ve geriye kalan sendikalar da onların haklı çığlığına kulak tıkıyorlar. Böyle de yapacaklar, ta ki sıra kendi üyelerine gelinceye kadar…

***

“8 saatin üzerindeki çalışmaların normal çalışma ücreti ile ödenmesi” ve bu tür çalışmanın mecburi kılınması demek; çalışma gününü zorunlu olarak uzatmak demektir. O ifade edilmesi çok sevilen ILO sözleşmelerine de aykırıdır. Özel sektörde bu, yıllardır patronlar tarafından gizli saklı binbir kılıf altında yapılıyor. Ama kanunlar önünde açık açık dile getirilemiyor; ne yasalara ne anayasaya ne de uluslararası hukuka uymaz çünkü… Ama gene de yapıyorlar, çünkü özelde sendika yok… Özel sektördeki bu fiili durumun ortadan kalkması için özelde sendikalaşma gereğinden bahsediyoruz zaten…

Sekiz saatlik çalışma günü, emek mücadelesinin 1850’li yılardan beridir temel talebidir. Ülkemizde yasal olarak güvence altındadır, yapanlar da gizli saklı yapmak zorundadır. Hükümetin bu konuda alacağı hiçbir karar yasal olamaz. Aksine böyle bir kararı alan hükümetin kendisi yasadışıdır… Üstelik kamuda böyle bir fiili yasadışılık, sendikasız özel sektöre katlanarak yansıyacağından, ülkeyi 1700’lü yılların 16 saatlik iş gününe geri götürme riski taşır… GİAD’ın hükümetin kararına ilk destek açıklayan örgüt olması da bunun göstergesi zaten…

Ek mesai giderlerinizi kısmak istiyorsanız, personelinizi ek mesai çalıştırmayacaksınız… Ama insanları hem sekiz saatin üzerinde çalışmaya zorlayıp hem de bunu “normal mesai” üzerinden ücretlendirirseniz, emek hareketinin temelini oluşturan 8-8-8 ilkesine, hem de patronlar gibi gizlide saklıda değil, açık açık gün ortasında saldırıyorsunuz demektir…

***

“Fedakarlık”, “seferberlik” diye boş boş konuşanlara da şunları hatırlatmak gerek:

Hükümetin aldığı hangi önlem, büyük sermayenin, inşaat şirketlerinin, otellerin, kumarhanelerin, bankaların karlarına dokundu? Hükümetin hangi önlemi dar gelirli vatandaşın yaşam kalitesini korumaya yönelik? CEVAP: Hiçbiri!

Peki hükümet hangi ek giderlerini karşılamak için zam yapıyor, hangi yeni harcamaları finanse etmek için ek mesaiyi ortadan kadırıyor? CEVAP: Kriz dönemine özel sermayeye aktaracağı yeni teşvik, katkı, fon ve vergi muafiyetlerini…

Sermayenin karına dahi dokunulmazken, emekçilerden hem zam yaparak hem de ek mesai ödemeyerek fedakarlık talep etmek, gerçek anlamıyla yüzsüzlüktür.

***

Peki neden böyle oluyor, nasıl böyle oluyor?

Emek hareketi CTP ve TDP tarafından hipnotize edilip; UBP ve YDP korkusuyla kilitlendiği sürece bu yaşananlar aynen devam edecek…

Sendikal elit, asgari ücret ve özelde sendikasız çalıştırılmanın yasaklanması ile ilgili kılını kıpırdatmadı; hükümetin Şartlı Tahliye Kurulu kararı ile faşistleri serbest bırakması karşısında sessiz kaldı; barış adına kuzeyden yapılabilecek Aplıç, Derinya ve Maraş’ın açılması veya Maronitlerin evlerine geri dönmesi gibi fiiller yokmuş gibi 1 Eylül’de sokağa çıkmaktan vazgeçti; benzin, elektrik ve tüp gaz zamlarına karşı halkın yükselen çığlığına kulaklarını tıkadı ve krize karşı alınacak önlemlerin kimin canını yakacağına ilişkin tartışmada sınıfta kaldı…

Sınıf mücadelesi, arzularımıza göre dahil olup canımız istemezse dışında kalacağımız bir şey değildir. Sınıf mücadelesi patronlar ve onların yardakçısı hükümetler tarafından dayatılan bir zorunluluktur. İster sendikacı olun ister sıradan bir işçi; kendi sınıfsal çıkarlarınız doğrultusunda, yani barış, anti-faşizm, ve ekonomik haklar için egemenlerin karşısına dikilmezseniz, onlar gelir sizin kapınıza dayanır.

Her iki durumda da kıyasıya bir kavga verilir elbette; ancak sizin kendi taleplerinizle egemenlerin kapısında olmanızla, onların sizin kapınızda olması arasında büyük bir fark vardır… Hükümetteki partiler, siyasal hısım akrabanızdır diye gösterdiğiniz anlayış, halkın tepkisini sınıfsal çıkarlar doğrultusunda kanalize etmek yönünde kaçırılmış bir fırsat haline gelir… Hükümet olana kadar yanınızda eylemlere katılan siyasal hısımlarınız ise aynı anlayışı size göstermeyeceklerdir!

Tıpkı ek mesai meselesinde düşülen savunmacı durum ve halkla karşı karşıa getirilen sendikalarda yaşandığı gibi… Oysa soru hala aynıdır: Bu krizde siyasi irade kimin korunmasına öncelik verecek; büyük sermayenin mi, yoksa küçük üretici, esnaf ve emekçilerin mi?

Bu soruya bütünlüklü bir yanıt hazırayıp kapılarına dayanacak mıyız, yoksa kendi kalemizde savunma yapmaya devam mı edeceğiz? Sendikaların karar vermesi gereken budur…

Münür Rahvancıoğlu

Bağımsızlık Yolu Genel Sekreteri