İngiltere’de Suyun Özelleştirilmesi: 25 Yılın Ardından – Jean Shaoul

25 yıl önce, gezegendeki en yaşamsal kaynak olan su, İngiltere’de ve Galler’de özelleştirildi. Dünya Bankası/IMF, bankalar ve finansal danışmanlar bugün her yerde hükümetleri ve belediyeleri aynısını yapmak yönünde baskıladığından, 1989’da İngiltere’de ve Galler’de suyun ve kanalizasyon sisteminin özelleştirilmesinin etkilerini incelemek öğretici olacaktır.

 

Tüm özelleştirme süreci –düpedüz yalan demeyeceksek- mitlerle doluydu.

 

Zamanın Thatcher’ının Muhafazakâr hükümetinin uydurduğu mitlerin aksine, kamusal su endüstrisi gibi altyapı işletmeleri, her zaman kâr yaratmakta başarılıydı. Asıl başarılamayacak türden olan ise, finansal sermayenin talepleriydi ve işte tam da bu yüzden altyapı hizmetleri kamu mülkiyetindeydi; sadece Britanya’da değil, tüm dünyada.

 

Hükümet özelleştirmeyi şu iddiayla meşrulaştırdı : özel sektör, hükümetin ödemeye gücünün yetmeyeceği 30 milyar sterlinlik AB himayesindeki yatırım programının finansmanını bulabilirdi ve altyapı hizmetlerinin özelleştirilmesi tüketicilerin yararına olacak, hükümete de nakit sağlayacaktı. Bağımsız bir düzenleyici kurul ise tüketicilerin haklarını potansiyel olarak açgözlü tekellerden koruyacaktı. Bunların hiçbiri gerçekleşmedi.

 

Önce, özel sektöre cazip gelecek bir anlaşma yapmak ve yeni kurulmuş olan bölgesel şirketlerin, su ve kanalizasyon işletmelerinin yeni sahiplerini tatmin edecek düzeyde sermaye getirisi yaratmasını sağlamak için, hükümet, su ve kanalizasyon endüstrisinin borçlarını üstlendi, artık özel işletmenin eline geçmiş olan su ve kanalizasyon işletmesine vergi muafiyetleri verdi, özel işletmeyi herhangi bir büyük veya sorunlu mükellefiyetten korudu, emekli fonunundaki kârları özel sektöre transfer etti ve AB himayesindeki yatırım programının maliyetini karşılamak yönünde nakit girdisi sağladı.

 

Böylece net sonuç şu oldu : hükümet, jenerasyonlar boyunca vergi mükelleflerinin ve tüketicilerin inşa ettiği kamusal olarak sahiplenilmiş değerleri hem sattı hem de bu satıştan zarar etti; bu asla kamuoyunda dile getirilmemiş bir şeydi.

 

1989’daki özelleştirmeden sonra su faturaları, hem enflasyondan hem de ortalama gelirden daha hızlı bir şekilde arttı. Su faturaları sadece ilk beş yılda tam %62 oranında arttı. Bunun sebebi, dökülmekte olan Viktorya Çağı altyapısının bakımının, su kalitesini geliştirmenin ve nehirlere ve kıyısal su temizlemesine yatırım yapmanın maliyetlerinin karşılanabilmesi için bağımsız düzenleyici kurulun fiyatlarda yapılacak artışlara izin vermesiydi.

 

O zamandan beri, fiyatlar daha da arttı ve şirketlerin çoğu su sayaçları yerleştirdi; böylece tüketiciler, sabit bir fiyat ödemektense, gerçek tüketimleri üzerinden fiyatlandırıldılar. Bunun olumsuz etkisi, özellikle, tek kişinin yaşadığı hanelere kıyasla dört katı kadar faturayla karşılaşabilecek olan ailelerin üzerine yansıdı.

 

2012 yılında Joseph Rowntree Vakfı’nın yayınladığı rapora göre, su sayacı ölçümlerindeki artış, düşük gelirli hanehalklarında alımgücü sorunlarına yol açtı ve bir hanehalkının, gelirinin %3’ünü veya daha fazlasını su faturasına harcadığı durumlarda “su yoksulluğu”nu yarattı. Rapora göre, su satın alma gücü, su faturalarının geri kalan bölgelerden %43 daha yüksek olduğu güneybatı İngiltere’de özel bir sorun haline geldi. Yine rapora göre, halihazırda 4 milyon hanehalkı “su yoksulu”dur ve bu sayı da, su faturalarının bazı tüketiciler için yılda %5 oranında artırılmasının planlanmasından dolayı yükselecektir.

 

Yoksulluk ve Sosyal Dışlama grubu tarafından yayınlanan bir başka raporun bulgularına göre ise İngiltere’deki ve Galler’deki hanehalklarının neredeyse %25’i 2009-2010 yıllarında su yoksulluğundan muzdariptiler ve eğer su faturaları enflasyondan daha hızlı artmayı sürdürürse, su yoksulluğu 2033 yılı ile birlikte ikiden de fazla katlanacak.

 

Bunun yanında, yeni oluşturulmuş su şirketlerinin ücret kesintisi yapmak için pek çok yol bulmalarıyla birlikte işçiler de bu durumdan zararlı çıktılar ki zaten işçilerin ücretleri, özelleştirme süreçleri esnasında çok ciddi şekilde budanmıştı. Şirketler emeği dağıtmışlar ve daha düşük ücretle işçi çalıştıran taşeronlardan hizmet almışlardı. Ulusal toplu pazarlığı ortadan kaldırmışlar ve bu veya başka diğer özelleştirmeleri durdurmak için parmağını bile kıpırdatmamış olan sendikaları (ki hepsi, hem o zamanlar hem de halâ, fazlasıyla popülaritelerini yitirmişlerdi) lokal anlaşmalar çerçevesinde tavizler vermek durumunda bırakmışlardı. Böylece ücret kesintilerinin, emeklilik maaşı kesintilerinin ve çalışma koşullarının kötüleşmesinin önü açılmıştı.

 

Su şirketleri yatırımlardan ve bakımlardan kaçınmıştı ve şirketler, düzenleyici kurumun, karşılığında fiyatların yükseltilmesine göz yummasına sebep olan performans hedeflerini yerine getirmekte tekrar tekrar başarısız olmuşlardı. 1989’daki tek haneli rakamlara düşürme sözüne rağmen, özelleştirmeden 25 yıl sonra su kaçakları %30’dan %22’ye düşmüştü. 7 yıl önce, su sağlayıcılardan ikisi, Thames Water ve Severn Trent, rezalet orandaki kaçak oranlarının üstesinden gelmek için ekstradan 200 milyon sterlin yatırım yapmaya zorlanmıştı. Britanya’nın en büyük su sağlayıcı şirketi Thames Water, günlük 646 milyon litre su kaybı ile hala birinci sırada; bu su miktarı, Olimpik bir yüzme havuzunu her beş dakikada bir doldurmaya yeter. Diğer performans göstergelerinde de ciddi herhangi bir gelişme ve iyileşme yaşanmış değil. Aslına bakarsanız, şirketlerin büyük çoğunluğu en az bir performans hedeflerinden sınıfta kaldılar.

 

Özelleştirmenin ilk birkaç yılı içinde, kendine has ihmal ve savsaklama nedeniyle, ülkenin en nemli bölgelerinden biri olan West Yorkshire’ın kamusal su arzı başarısızlığa uğradı ve ancak karayolu tankerlerinin 3 ay boyunca gece gündüz su taşıması ile sürdürülebildi. Hükümetin ehlileştirilmiş bağımsız düzenleyici kurulu bile, bu durumun sebebinin, kilit yatırımları yapmamak pahasına Yorkshire Suyu’nun hissedarlara kâr payı ödemesi sonucu ortaya çıktığını dile getirmek zorunda kaldı.

 

Bir yandan suyun kalitesini artırmanın maliyetlerini karşılama gerekçesiyle su fiyatlarının artırılmasına izin verilirken, haşare ilaçlarının ve minerallerin ortadan kaldırılmasına rağmen, beş anahtar parametrede (nitrat, demir, kurşun,PAH ve diğer pestisitler) zayıf bir performans sergilendi. Mart 1997’de, Kuzey Londra’da, insanlaırın zehirlendiği ciddi bir kriptosporidyoz hastalığı salgını vardı.

 

Nihayetinde, altyapı yenilemelerinin oranı o kadar yavaştı ki, su şebekelerini değiştirmek yüz yıldan; hassas kanalizasyonları değiştirmek ise beş yüz yıldan fazla zaman alacak. Fakat, altyapının performansındaki ve statüsündeki yozlaşma, bir yandan gelecek için ekstra maliyetler yaratırken, öte yandan da kamu sağlığını ve hizmet teslimini tehdit etmekte.

 

Su özelleştirmesinin gidişatı hakkındaki 2011 tarihli bir Greenwich raporuna göre, suyun özelleştirilmesinin dünyadaki diğer örneklerine de bakıldığında –ister altyapı varlıklarını satmak biçiminde olsun, ister kamu özel işbirliği olsun, ister yönetim sözleşmesi biçiminde olsun, isterse de yap-işlet-devret modeli olsun- durum yukarda anlatılandan daha iç açıcı değil. Rapora göre, pek çok özel su arzı sözleşmeşi ya iptal edilmek ya da yeniden müzakere edilmek durumunda kaldı.

 

Diğer türden altyapı hizmetlerinin özelleştirilmesinde de durum aynı. Problemin kaynağı ise şu : Sadece Britanya’da değil, dünyanın hiçbir yerinde, su hizmeti gibi böylesi yaşamsal ve sermaye-yoğun bir hizmeti hem toplumun genel ihtiyaçlarına hizmet edecek şekilde hem de aynı zamanda sermayedarların ve şirket sahiplerinin taleplerini karşılayacak şekilde düzenlemek mümkün değil. Bu ikisi basitçe birbiriyle bağdaşmıyor.

 

Özelleştirme, eşitsizliğin artmasında önemli bir rol oynadı. Sadece Britanya’da değil, dünyanın dört bir yanında, servetin zenginden fakire değil, geniş kitlelerden elit bir azınlığa doğru yönlendirilmesine neden oldu. Öyle ki, özelleştirmeler, kamu sahipliğindeyken en azından bir ölçüye kadar yatışmış olan sosyal, ekonomik ve siyasi çatışmaları alevlendirdi.

 

(…)

 

Su ve diğer tüm temel hizmetler bankerlerin kontrolünden alınmalı ve toplumun sosyalist bir biçimde yeniden organize edilmesinin bir parçası olarak işçi sınıfının demokratik kontrolüne bırakılmalıdır. Bu da, kapitalist sistemin devrimle alaşağı edilmesini ve işçi sınıfının hükümetinin kurulmasını hedefleyen enternasyonalist ve sosyalist bir perspektifi gerektirir.

 

Orijinal Kaynak : https://www.wsws.org/en/articles/2014/02/14/watr-f14.html

Çeviren : Celal Özkızan