Salgınlarla Boğuşan Bir Ada – Şifa Alçıcıoğlu

Kıbrıs adası, incecik burnu ve giderek genişleyen girintili çıkıntılı biçimiyle dünya haritalarında toplu iğne başı kadar yer kaplayan, mütevazi bir adacık gibi görünse de şairane bir söylemle “Akdeniz’in incisi” olarak tasvir edilir. Onu bu denli güzel yapan şey ise Akdeniz’in orta yerinde Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarına yakın bir konumda olmasıdır. Bu yüzden yüzyıllar boyunca stratejik konumuna atıf yapılarak birçok medeniyetin hakimiyeti altında kalmıştır. 

Ortaçağ’da Kudüs Krallarının taç giydiği bu önemli ada, ticaret gemilerinin sığındığı bir liman, İpek Yolu’nu Suriye limanlarına bağlayan bir geçit, Ortadoğu’ya giden hacıların dinlenme yeri gibi bir öneme sahipti. Tek ulaşımın denizle yapılageldiği o yıllarda, bu denli konuğu kabul etmesi de onu dışarıdan gelen tehlikelere karşı savunmasız bırakıyordu. Bu tehlikelerin başında da salgın hastalıklar geliyordu.

Salgınlar; İspanyol gribinden vebaya, tifüsten su çiçeğine, koleradan cüzzama değin insanlığı zora sokmuş, beraberinde ölümleri getirmiş hastalıklar olarak çıkıyor karşımıza… Günümüzdeyse domuz gribi, kuş gribi, ebola ve son günlerde ülkemiz de dahil tüm dünyanın başına bela olan corona (covid-19) gibi pandemiler söz konusu… Adamızın salgın hastalıklarla imtihanı ise hiç de kolay olmamış. 

***

Kıbrıs’a Mısır’dan geldiği düşünülen cüzzam (lepra) 1960’lı yıllara değin adada var olduğuna inanılan bir cilt hastalığı olarak karşımıza çıkar. Osmanlı zamanında miskin olarak tabir edilen bu hastalık için Mağusa’da bir de “miskinhane” yapılmıştır. İngiliz zamanında binanın yapısı genişletilerek ve tıbbi önlemler arttırılarakhastalığın son bulması sağlanmıştır. Sağlıksız hava koşullarından ve bataklıklardan dolayı ortaya çıkansıtma (malaria) ve göz enfeksiyonuna sebep olan trahom da adada var olan diğer salgın hastalıklar arasındadır. Cobham’ın Experta Cypria’da yer verdiği Mağusa ile ilgili notlarda, 1559 yılında John Locke’unhac yolculuğu sırasında edindiği izlenimleri şöyle aktarır: “Mağusa’nın havası sağlıklı değildi ve iddia edildiğine göre yanındaki bataklık araziden kaynaklanıyordu.”Yazar ayrıca eylül ve ekim aylarında körlüğe neden olan bir göz hastalığından da bahsediyor. Adayı 1563’te ziyaret eden Pesarolu Elia da 2-3 gün süren ve dayanılmaz sızılar ve baş ağrısıyla başlayan bu kör edici hastalıktan bahsetmektedir. Temiz su kaynaklarının olmamasının, elleri temiz tutmamanın neticesi olarak bulaşıcı bu tarz hastalıkların yayıldığını bir kez daha görüyoruz. Adada büyük yıkımlara yol açan bir diğer hastalık ise kaynağı Çin olan vebadır.

***

Veba uzun yıllar boyunca Kıbrıslı halkının üstüne çöken büyük bir kabustu. Bununla ilgili bir efsane de bulunmaktadır. Rivayete göre güneyde bulunan Spiliaköyünde bir veba salgını ortaya çıkmış ve tüm köy hastalıktan kırılmaktaymış. Bunu önlemek için komşu köye giden köylüler kendilerini kurtarması için Meryem Ana’ya dua etmişler. Hikayeye göre Meryem Ana bu zavallı insancıkların çağrısını duyup komşu köyden çıkıp Panoukla’yı yani vebayı bulmak için Spilia’ya gitmiş. Panoukla kaçmak için bir kayaya tırmanmış Meryem Ana da yakındaki bir kayayı alıp onu ezmiş. Böylece hastalık yok olmuş ve insanlar iyileşmiş. Köyde bulunan ve üst üste duran iki kayanın hikayesi bu şekilde anlatılmaktadır.(1)

Veba adlı bu kara belanın adada kaydedildiği ilk tarih 1348’tir. Daha sonra1409’da büyük salgın olmuş ve 1470’de ise vebanın 3 yıl devam ederek nüfusun yüzde yetmiş beşinin yok olduğu görülmüştür.(2) Özellikle Lüzinyanlar zamanında (1192-1473) ortalığı kasıp kavuran vebanın, Venedikliler (1489-1570) hatta Osmanlılar (1571-1878) zamanında bile görüldüğü aşikardır. 

Yıl 1563, Ekim 18. Pesarolu Elia Mağusa’dan İtalya’ya bir mektup gönderir, mektubunda şu cümleler dikkat çeker: “Her türlü askeri görevden muaf olan şehir sakinleri, iyi huylu ve temiz olup Levand’daki (Akdeniz’in doğu sahilleri) yeteri kadar çok görülen bulaşıcı hastalıklardan ve özellikle vebadan, kendilerini korumak için özen gösterirler. Bulaşıcı hastalık olan ve şüpheli bir yerden gelen bir kişinin, limandaki karantinada kırk gün kalmadan şehre girmesi olası değildir.” (3)

Bir diğer gezgin ise Giovanni Mariti, 3 Şubat 1760 yılında Kıbrıs’a vardığını ancak veba salgını nedeniyle birkaç gün sonra adadan ayrılmak zorunda kaldığını, bu sürede sokakta gördüğü insanların tedbirli davrandığını ve görüştüğü konsoloslarla kapı ardından ya da bir kafesin ardından konuştuğunu dile getirir. Mariti: “Kıbrıs 30 yıldır vebadan kurtulmuş durumda. Fakat şimdi, Alexandria’dan (İskenderiye) çıkıp Baf açıklarında batan bir Türk xebec’i (çoğunlukla ticaret için kullanılan bir Akdeniz yelkenli gemisi) enkazından kurtulan bazı denizciler hastalığı yeniden bulaştırdılar. Kazazadelerinsığındığı Lefkoşa, salgının ilk bulaştığı yerdi. Ben, daha sonra hastalığın bütün adaya bulaştığını ve o yıl 1760 Haziran’ına kadar 22.000 kişinin ölümüne yol açtıktan sonra ortadan kalktığını öğrendim.” (4) der.

Mariti 1765 yılında da Constantinapoli’den (İstanbul) Kıbrıs’a gelen bir gemiden salgın hastalığa yakalandığını ve sadece 3 mürettabatın sağ kaldığını ve bu 3 kişinin gemiden inmesinin yasaklandığını anlatır. Hastalardan 2’si ölür, diğerine ise 40 gün karantina da kaldıktan sonra sağlık çalışanları tarafından giriş-çıkış izni verilir. Karantinadan 5 gün sonra ise gemi ve erzağı temizlenir. Böylece hastalık yayılamadan ortadan kalkar. (5) Osmanlı zamanında limanlarda kurulan (Limasol ve Larnaka) karantina merkezleri hastalıkların bir nebze önünü almayı başarmıştır.

Limanların önemi bu denli açıkken bu gün 14 gün kuralının dahi hiç edilmesi söz konusudur. Gümrük memurlarının riskli grupta iş yapmasına rağmen zorunlu çalışan sektöre dahil edilmemeleri bir yana devletin sermaye sahiplerini şımartma huyu değişmemiştir. Gümrük memurlarının gıda, sağlık, ilaç gibi elzem malzemeleri önceliğe almasına rağmen bakanların ricaları ile gelen malların indirilmesi istenmekte ve durağan ekonomi döndürülmeye çalışılmaktadır!

İngiliz zamanında ise yapılan Karantina Yasasıyla ülke kontrol altına alınmayı başarmıştır. “Yine de 1897 yılındaadada bir Çiçek salgını ortaya çıkar. Lefkoşa hastanesi tümüyle boşaltılıp çiçek hastalarının hizmetine verilmesine rağmen ihtiyacı karşılayamaz. Bunun üzerine Lefkoşa Mağusa Kapısı’nda bulunan eski Osmanlı kışlası tamir edilerek, doğrudan karantina idaresine bağlı bir bulaşıcı hastalıklar hastanesi kurulur ve Karantina Hastanesi diye anılmaya başlar” (5). Son günlerde yaşanan süreçte ülkemizde ne yazık ki benzer uygulamalar göremiyoruz. Başkentte var olan üstelik geçtiğimiz ay yangınla boğuşmak durumunda kalan, gelmiş geçmiş hükümetlerce neredeyse atıl durumda bırakılan yegane devlet hastanemiz karantina hastanesine dönüştürülmüştür. Devletin yeni bir karantina hastanesi yapmaması bir yana özel hastaneleri kamulaştırmama yoluna gidip sermayeye kıyak geçmesi de tarihe kara bir leke olarak geçecektir.

***

Geçmişten edindiğimiz ders açıktır; karantina koşullarının ne denli önemli olduğunun bilinciyle hareket edilmelidir. Virüs ve bakteriler her dönem insanların hayatlarını söndürmüş ama her seferinde bir çare üretilmiştir. Günümüz dünyasında iletişimin, bilimin ilerlediği bu çağda daha da şanslıyız. Yapmamız ve yapmamamız gerekenler bellidir. Ülkemizde de yaşanan bu zor günlerde evde kalmanın kendimizi izole etmenin, virüsün yayılmasını önleyen en doğru yolu olduğu bilinciyle hareket etmeliyiz. Biz evde kalalım, güzel günler yakındır.

Şifa Alçıcıoğlu

Baraka Aktivisti

Kaynaklar:(1) https://in-cyprus.philenews.com/the-tomb-of-panoukla-plague/(2) https://en.wikipedia.org/wiki/History_of_medicine_in_Cyprus(3) Mağusa Tarihi: Excerpta

Cypria’dan Mağusa şehri alıntıları (MÖ.66-MS.1772)

Doç. Dr. Ata Atun, syf.53.(4) 1760 Kıbrıs Adası’nda Yolculuk, Giovanni Mariti, syf.87.(5) 1760 Kıbrıs Adası’nda Yolculuk, Giovanni Mariti, syf.86. (6) Kıbrıs’ta Hastaneler, Servet Sami Dedeçay, syf 25, 82.     https://www.havadiskibris.com/kibrista-cuzzam-miskinler-ciftligi/

Osmanlı’dan Günümüze Kıbrıs’ta Karantina Kurumu – Nazım Beratlı