Vaktimizi Neye Ayıracağımıza Kim, Neye Göre Karar Veriyor? – Eyyüp Sabih Benzetsel

1886 1 Mayıs’ı tarih sayfalarına ilk olarak Amerika Birleşik Devletleri’nde 12 saat’lik iş günü karşısında 8 saatlik çalışma talebi ile yazılmıştı. Daha sonra bu tarih Sosyalist Enternasyonal’in ilanıyla İşçilerin Uluslararası Birlik, Mücadele ve Dayanışma günü olarak kabul edilecekti. Ağır şartlar altında günün büyük bir bölümünün çalışmaya geri kalanın ise bu çalışmanın verdiği yorgunluk ve acıyı gidermeye ayrıldığı yıllardan bahsediyoruz. Hala içerisinde yaşadığımız yıllardan da bahsediyor olabiliriz tabi.

8 saat çalışma talebi dönemin ağır koşulları karşısında kanlı bir mücadele sonucunda işçiler tarafından kazanılmış bir haktı. 8 saat çalışma, 8 saat uyku, 8 saat eğlence olarak formüle edimiş olan bu talep dalga dalga yayılarak dünyanın birçok ülkesinde işçiler tarafından egemen sınıflara kabul ettirilmiş ve bugüne gelindiğinde pek çok ülkede yasal bir hak olarak yaşamın içinde yerini almıştır. Tabi yasal olması yasal olduğu her yerde uygulandığı anlamına gelmiyor. Buna en yakın ve somut örneğimiz kendi ülkemiz.

Özel sektörde ek mesai almaksızın işçilerin günde 8 haftada 40 saatten fazla çalıştırılmadığı bir işyeri neredeyse yok gibidir (yasada sayılan fazla çalışma koşulları ve fazla çalışma ücreti ile ilgili hükümler uygulanmaksızın). Hatta günlük çalışma saatlerinizi belirleyebiliyor olmak şöyle dursun, bir iş gününün sonunda makul bir saatte eve gidebiliyor iseniz ve özel sektör emekçisiyseniz bunun öpüp alnınıza koymanız gereken bir iş olduğuna sizi inandırmak için sistem elinden geleni yapıyor.

Fakat burada vugulamak istediğimiz şey 8 saatlik yasal çalışma süresine uyulmaması değil. Bunu bu ülkede bilmeyen duymayan yoktur –ki elbette bilinse ve duyulsa da birşeyler yapmak ve bunu normalleştirmemek adına düzelene kadar avazımız çıktığınca  bağırarak tekrarlamalıyız- fakat tüm bunları kapsamakla birlikte zamanı yaşamın kendi içerisinde yüzleşilen tüm boyutlarıyla bir özel sektör işçisinin gözünden değerlendirmek gerek, 8 saatlik koşullarda bile.

“İnsanların bilinçlenmesi gerek” diye kıymeti kendinden menkul, çokça da dillendirilen bir önerme dolaşır hep hayatlarımızda. Şu konuda bilinçlenme, bunun hakkında bilinçlenme, şuna dair bilinçlenme, şu şekilde bilinçlenme, trafikte bilinçlenme, toplumsal cinsiyet eşitliği hususunda bilinçlenme, sınıfsal olarak bilinçlenme. Nedir bu bilinçlenme? Meseleleri tarihsel varoluşu içerisinde, denenmiş, yanılınmış, tekrar denenmiş onlarca değişkene tabi tutulmuş ve üzerinden nesnel olan bilgiye kavuşulmuş olma hali midir? Nasıl olur? Tecrübe ederek, yaşayarak, okuyarak, deneyselleyerek ya da öğrenmenin yüzbinlerce metodundan birisini kullanarak mı? Cümlelerimin sonuna soru işareti koyma sebebim ilgili cümleler üzerinden bir çıkarımda bulunmak yerine hali hazırda çıkarımlanmış sonuçları anlamanın hangi koşullarda mümkün olduğunu tartışmaktır.

İnsan yaşadığı gibi düşünür. Yani insanın bilincini oluşturan, bildiklerini, eylediklerini, söylediklerini dayandırdığı gerçeklik insanın kendi kişisel tarihinden, bu tarihi oluşturan somut çevresi ve yaşanmışlıklarından ve sürüp gitmekte olan hayatından mütevellittir. Doğuştan kör olan bir kimseye kırmızının anlatılamayacak olması gibi. Yaşanmamışsa, karşılaşılmamışsa, okunmamışsa, görsel veya işitsel olarak algılanmamışsa bilinemez, anlaşılamaz, anlaşılsa dahi kabul edilemez.

Gününü çileyle, patron tarafından aşağılanmayla, durmak bilmeksizin çalışarak geçiren bir insanın kendini sosyal yahut kültürel anlamda geliştirmesi, bunun için daha fazla vakti ve daha nezih bir yaşamı olan bir kimseyle kıyaslandığında çok daha zordur. Öyle ki işyerinden çıkıp eve gelindiğinde mesai henüz bitmiş değildir. Hele ki kadınsanız uyanık olduğunuz sürece (hatta bazen uyurken dahi) mesainiz toplumsal cinsiyet rollerinin dayatılmasının bir sonucu olarak asla bitmez. Bir yerlerde yeni kitaplar yazılır, kafanıza taktığınız şey ayaklarınızın ağrısı iken bunun umurunuzda olması pek mümkün değildir. Yeni filmler çekilir, es kaza karşınıza düşmediği sürece o filmi izlemenin hesabını yapmanız oldukça zordur zira çalışmadığınız günler uyuyarak veya yatarak istirahat etmekten başka bir şey için enerjinizin olması mümkün değildir çoğu zaman. Sosyalleşmeniz ancak hayatınızın merkezine aldığınız çalışma ortamınızda mümkündür, o da seyrek bir şekilde. İşte tüm bunlar o yukarıda bahsettiğimiz “bilinçlenme”nin koşullarını oluşturuyor. Aç bırakıldığınızda ya da dayatılan tüm koşulları kabul ederek çalışmazsanız aç kalacağınızı bildiğinizde entellektüeliğe erişmekle ilgili ne kaybettiğiniz pek de umurunuzda olamıyor.

Bir an için çalışma saatlerinin yasa ile belirlenmiş makuliyette seyrettiğini varsayalım.

Günde 8 saat çalışılıyor, aşan saatler yasada öngörüldüğü şekliyle ücretlendiriliyor, emekçi emeğini koyuyor, işveren parasını ödüyor ve bu mutlu mesut çalışma tablosu tepelerin ardından güneş batarken arka fonda tınıyan ince bir piyano sesi eşliğinde sürüp gidiyor. Bu saydıklarım ancak bir çalışma bakanlığı kamu spotunda ya da Turgut Özal’ın vaktiyle TRT’ye yaptırdığı “icraatın içinden” tarzı bir propaganda programında mümkündür heralde. Lakin öyle değilmiş de 8 saat kuralına uyuluyormuş gibi yapsak da, yukarıda bahsettiğimiz haklar için, tembellik hakkı için, sosyalleşme hakkı için, eğlenme hakkı, kendini geliştirme hakkı için 8 saatin bile az olduğunu yada 8 saatlik çalışmanın bile fazla olduğunu söyleyebiliriz.

Kurallar, -kulağa hoş gelenler dahil- sistemin çarkının dönmesine dairdir. İşçilerin bir özne olarak 8 saatlik günlük çalışma talebini dile getirmelerinin üzerinden 130 yıl geçti. 130 yıl önce kazanılmış olan bu hak hala hakkıyla uygulanmıyor, türlü çeşit hile ve sahtekarlıkla patronlar tarafından çiğneniyor ama 8 saatlik iş günü hala bir kural olarak orada duruyor. 130 yılda onlarca şey değişmişken 8 saatlik çalışmanın kendisi hala uygulanmıyor, bana kalırsa bu bile günümüze göre artık fazla. İşçiler özne olduklarında ya da özne oldukları ölçüde taleplerini yürütme halinde olabilirler. 8 saatin kendisini hatta fazlasını talep etmenin koşulu, işçileri özne kılacak bir öz örgütlülükten geçer, ne ki bireysel olarak da kolektif olarak da bilinçlenmenin ilk adımı bu olabilir.

 

Eyyüp Sabih Benzetsel
Bağımsızlık Yolu Üyesi