Okullar Açılırken – Münür Rahvancıoğlu

Yeni eğitim yılı, herzamanki gibi başladı…

Çocuklar dışında eğitimin tüm öznelerinin hazırlıksız, özensiz, el yordamı ile giriştiği bir acayip başlangıç bu…

Okullar fiziksel olarak perişan durumda. Sınıflar bakımsız, binalar hazırlıksız, yeterli öğretmen yok…

Var olan öğretmenler ise bakanlık tarafından itinayla demoralize edilmiş halde…

Defter, kitap, kalem, silgi vs.’den ise hiç söz etmeyelim…

Eğitim camiasından ilk gelen haberler hep olumsuz…

Sendika; öğretmen yetersizliğinden ve yeterli atamaların yapılmadığından şikayet ediyor. Bakanlık sesini çıkarmıyor…

Veliler, okullarda kayıt için para toplandığından şikayet ediyor. Bakanlık işlevsiz kalıyor…

Eğitimin dört öznesi; bakanlık, öğretmenler, veliler ve öğrenciler arasında neredeyse hiçbir koordinasyon yakalanamıyor…

Ve ailelerin önemli bir kısmı, elindeki tüm imkanları seferber ederek, çocuklarını bu sorunların yaşanmadığını düşündüğü özel okullara yazdırıyor…

***

Eğitim konularını mesele yapıp düşünmeye başladığım ilk dönemlerde “Zorunlu Eğitime Hayır” isimli bir kitapla tanışmıştım. Yazar, çocuğunu okula göndermeyi redderek kendisi eğitmeyi tercih eden Avrupalı bir kadındı. Kitabı ile de “zorunlu eğitimin zararlarını” anlatıyor ve kamuoyunu kendi fikri çerçevesinde ikna etmeye çalışıyordu. Çocukların zorunlu devlet eğitiminden geçirilmesinin, devletin çocuklarımızın beyinlerini yıkamasına sessiz kalınması olduğunu savunuyordu yazar. Aslında haksız da sayılmazdı…

Ama ilk bakışta çok “radikal” gibi görünen bu çağrı, bana hiçbir zaman çekici gelmedi…

Öncelikle sözü edilen kitaptaki tartışmanın, bizdeki gibi “fiziksel sıkıntılarla” değil, müfredatla ilgili olduğunu belirtmek gerek… Ancak gene de kitapta önerilen “çözüm” ile bizde “özel okullara yönelme” yaklaşımı arasında bir benzerlik olduğunu düşünüyorum…

***

Eğitim, nesnel ve tarafsız bir olgu değil…

Bu hem eğitimin içeriği (müfredat) için geçerli hem de ekonomik bir kategori olarak eğitim için geçerli…

Bu yüzden de eğitim ile ilgili tartışmalarda, bu olgunun hangi sosyal sınıflardan yana kurgulandığı büyük bir önem arzediyor. Ve evrensel bir nesnellik adına konuştuğunu iddia edenler, genelde geriye kalanları kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmek isteyen toplumun egemen sınıflarının temsilcileri oluyor.

Oysa, eğitimin bir “ekonomik sektör” olarak kar getiren bir uğraş haline getirilmesi de, eğitimin içeriği aracılığı ile çocukların yönelendirilmesi de; tamamen sınıfsal bir tercihtir.

Bu tercih karşısında yapılabilecek en yanlış şey ise “bireysel kurtuluşa kaçış” olacaktır…

Ki zaten böyle bir “kaçış”ın mümkün olmadığı, toplumsal hayatın bir parçası olarak eğitimden kaynaklı sıkıntıların (ultra zenginler dışında) dönüp dolaşıp gene hepimizi etkileyeceği açıktır.

***

Bugün eğitim sistemimiz tamamen çökmüş ve perişan bir haldeyken, bu yaşananların “beceriksizlik”, “işbilmezlik” vs gibi nedenlerden kaynaklanmadığını; bilinçli, planlı, programlı bir sürecin ürünü olduğunu bilmek her zamankinden daha önemli…

Sözünü ettiğim, herhangi bir kurumdaki herhangi bir yöneticinin “beceriksiz” olmadığı anlamında yorumlanmasın… Muhtemelen sözü edilen yönetici beceriksizin tekidir. Ama benim dediğim, o yönetcinin, sistem tarafından arzulanan yönetici tipi olduğudur…

Kamu okullarının, binasıyla, öğretmen yapısıyla yıpratılması ve öğrencilerin özel okullara doğru kaydırılması da bu sürecin bir ürünüdür.

Her şeyin alınır satılır bir meta haline getirildiği bu düzenden eğitim de payını alıyor…

Kamusal eğitime ayrılan kaynaklar giderek azaltılırken, özel okul sahipleri semirtildikçe semirtiliyor. Üstelik bu özel okulların bize verdikleri tek vaat; bilimden yoksun, çarpık ve indirgemeci bilgilerin çocuklarımızın beynine çok daha etkin bir şekilde sokulacağından ibaret…

Hal böyleyken, öğrencileri bir özne olarak tanımaktan, veliler ve öğretmenlerin, öğrenciler ile kafa kafaya verip birlikte çıkış yolları aramasından başka bir çözüm görünmüyor…

Münür Rahvancıoğlu
Baraka Aktivisti