Servet Vergisi Neden ve Nasıl Alınmalı? (6) | Zenginleri Vergilendirmek İçin Somut Nedenler – Mustafa Durmuş

Vergi indirimlerini zorlayan ideolojik-politik dayatmalar gerçekte yeni yatırım ya da yeni istihdam yaratılmasını sağlamadığı gibi, zenginlerin mevcut servetlerini büyük ölçüde finans piyasalarında büyütmesine hizmet ediyor

Felsefi olarak savunulmasının yanı sıra, aşağıdaki somut gerekçelerden hareketle büyük servet sahiplerinin artan oranlı bir servet vergisiyle vergilendirilmesi talep edilebilir:

(i) Büyük servet sahipleri sadece el koydukları artı değerle değil, aynı zamanda yeterince ödemedikleri gelir vergisi, kurumlar vergisi gibi vergilerle büyüttükleri parasal servetlerini bütçe açığı veren hükümetlere borç olarak veriyorlar.

Böylece elde ettikleri yüksek faiz gelirleriyle servetlerini daha da büyütüyorlar. Bu borçlarla yapılan devlet harcamaları servetlerinin daha da artmasına yardımcı oluyor. Halk ise bu devlet borçlarının hem anaparalarını, hem de faizlerini daha fazla vergi ödeyerek karşılamak zorunda kalıyor.

Türev piyasalar ve küresel borsalar servet büyütme araçları

(ii) Süper zenginlerin bir kısmı servetlerini daha da büyütebilmek için bu servetlerini vadeli işlem piyasaları gibi spekülatif finansal yatırım piyasalarına yatırıyorlar. Bu da petrol ve temel gıda (buğday, mısır gibi) gibi malların fiyatlarının spekülatif bir biçimde artmasıyla sonuçlanıyor. Bunların fiyatları artıp, ekonomiler daralırken, küresel çapta işsizlik, yoksulluk ve açlık da artıyor.(1)

(iii) Bu servetlerin büyütüldüğü bir diğer alan küresel menkul kıymet borsaları. Servetler buralara yatırıldığında borsalar yükseliyor. Borsadaki hisselerin çok büyük kısmı bu zenginlere ait olduğundan zenginler daha da zenginleşiyor. Yani servetler bir tür “kumarhane kapitalizmi” altında daha da büyütülüyor.

Bir başka anlatımla, süper zenginlerin büyük çapta tasarruf fazlaları var. Ancak bu fazlaları reel yatırımlara dönüştürmüyorlar. Bunun bir nedeni kapitalizmin yenilikçi/ buluşçu yanının (inovasyon) ve bunun sonucunda verimliliklerin giderek azalması. Böyle olunca da büyük şirketler kâr sıkışıklığını kendi hisselerinin geri satın alımını /buyback) yaparak aşmaya çalışıyorlar.

Hisse geri satın alımları serveti artırıyor

Buna bir örnek vermek gerekirse, 2019 yılında ABD’de 800 milyar dolarlık, Japonya, Birleşik Krallık, Fransa, Kanada ve Çin’de 130 milyar dolarlık olmak üzere 1 trilyon dolara yakın şirket hissesi geri satın alımı yapıldı. 2010-2109 yılları arasında ise ABD’li şirketler her yıl borsaların değerlerinin yüzde 1,5’i oranında şirket hissesi geri satın alımı gerçekleştirdiler. (2)

Bu yolla bu şirketlerin borsalardaki hisselerinin değeri hızla artıyor, şirketlerin üst düzey yöneticilerinin maaşları ve tazminatları büyüyor, böylece şirketlerin sahiplerinin servetleri durduğu yerde çoğalıyor.

Borsaların hızlı yükselişinin bir nedeni böyle bol nakitle gerçekleştirilen hisse geri satın alımı operasyonları. Çünkü hem 2008 küresel finansal krizi, hem de Covid-19 sonrasında Salgın ve krizle mücadele adı altında çok düşük faizli para-kredi ve miktarsal kolaylaştırma operasyonlarıyla sağlanan trilyonlarca dolarlık nakit bu borsaların coşmasına neden oldu.

Türkiye’de de 2017 yılından bu yılın başına kadar izlenen düşük reel faizli banka kredilerinin önemli bir kısmının reel yatırımlardan ziyade döviz, borsa, konut gibi spekülatif finans piyasalarına aktığı biliniyor. Böyle, zengini daha da zenginleştiren politikaların gerçek ve sürdürülebilir bir ekonomik büyüme ile ilgisinin olmadığı ise çok açık.

Büyük servetler finansal krizleri tetikliyor

(iv) Büyük servetler borsa, emlak-konut ya da menkul kıymetler gibi spekülatif finansal yatırımlarda kullanıldığında finansal balon/köpük oluşuyor ve bu balon 2008 krizinde olduğu gibi patladığında küresel ekonomi krize giriyor.

Yani büyük servetler finansal krizleri tetikliyor. Böyle krizler ortaya çıktığında ise devlet maliyesi bozuluyor, bütçe açık veriyor ve bu açık krizi tetikleyen bu servet sahiplerinden borçlanılarak kapatılıyor. Bunun sonucunda, devlet borçlanması aracılığıyla, büyük finansal servet sahiplerinin servetleri daha da büyüyor.

Buradan hareketle, servet vergisinin (zenginlerden daha fazla vergi alarak salgın ve yoksullukla mücadele gibi kamusal programları fonlamak dışında), finansal ve finansal olmayan rantlar sağlamaya dönük faaliyetleri caydırmak, böylece de ekonomik krizi önlemek için de kullanılabileceği de açık.

(v) Büyük servetler ve bunların belli ellerde yığılması ekolojik tahribata neden oluyor. Bu tahribat sadece süper zenginlerin çok fazla tüketmelerinden değil, aynı zamanda tükettiklerinin çok fazla enerji yoğun olmasından kaynaklanıyor. Öyle ki bu süper zenginlerin devasa büyüklükte evleri, malikâneleri, lüks otomobilleri, özel jetleri, yatları, lüks yazlıkları ve dağ evleri, lüks ithalatları vs var.

Bu zenginlerin sadece tüketimleri değil, yatırımları da ekolojiyi tahrip ediyor. Çünkü harcayabileceklerinden çok daha fazla parasal servetleri olduğundan bu servetlerini maden, petrol çıkarımı gibi ekolojiyi tahrip eden sektörlerdeki yatırımlarda kullanıyorlar ya da kredi, borç, patent, mülk biçiminde başkalarına satıyor veya kiralıyorlar. Oysa diğer insanlar çalışmak, üretmek, kiralarını ve bu zenginlere olan borçlarını ödeyebilmek için yoğun bir mücadele içindeler. Bu durum da ekoloji üzerinde ilave bir baskı oluşturuyor. (3)

Böyle bir gerekçeden yola çıkan Saez ve Zucman gibi maliyeciler, yüksek vergilemenin vergiden kaçınmaya ve vergi kaçırmaya neden olacağı görüşünü benimsemiş olan geleneksel vergileme anlayışının aksine, çok yüksek düzeydeki gelir ve servetlerin neredeyse tamamına el koymak anlamına gelen yükseklikte vergi oranları uygulamanın ‘optimal vergileme’nin bir gereği olduğunu ileri sürüyorlar. (4)

Servet sadece ekonomik değil, sosyal ve politik bir güç aracı

 (vi) Son olarak büyük sermaye ve servet sahipleri, sadece kendilerine hizmet edecek politikacıları seçtirerek ya da günümüzde olduğu gibi otoriter rejimler altında üst düzey yönetsel görevlere atanmalarını sağlayarak değil, aynı zamanda büyük rüşvetler de dağıtarak siyasal alanı kontrol ediyorlar. Alınacak bir servet vergisi (diğer önlemlerin yanı sıra) böyle bir yozlaşmayı (tamamen ortadan kaldırmasa da) azaltabilir, yavaşlatabilir.

Özetle, servet gerçekte bir sosyal ilişkiyi yansıtıyor, yani sahiplerine sosyal ve politik güç sağlıyor. Böylece onların düzeninin pekiştirilip sürdürülmesine yarıyor, içinde yaşadığımız sınıflı toplumda yöneten sınıfların yönetilenler üzerindeki hegemonyasının en önemli araçlarından biri haline geliyor. Öyle ki yüksek düzeyde serveti olanlar sadece ekonomik ve sosyal alanda yoksullarla arayı açmıyorlar, yasama, yargı ve yürütmeyi de kontrol altına alıyorlar.

Yani servet zenginleri, sadece otoriter rejimlerdeki değil, parlamenter demokrasi olarak adlandırılan rejimlerdeki devlet aygıtını da iktidarlarını pekiştirmede bir araç olarak kullanıyorlar.

Politik gücün en etkili olduğu alanlardan biri vergileme

Bu etkinin en fazla görüldüğü alanlardan biri vergileme ve izlenen vergi politikaları. Çünkü servet zenginleri oldukça yüksek vergi ödeme güçlerinin varlığına rağmen, yeterince vergi ödemiyorlar.

“Yatırım yaptıkları, istihdam yarattıkları” gibi geçerliliği son derece tartışmalı bazı gerekçelerle, onlardan vergi alınmasının yanlış olacağı fikri topluma aşılanıyor. Üniversiteler bu fikrin teorisini oluştururken, devlet kurumları ve politikacılar da hiç sorgulamadan bu fikri benimsiyorlar.

Böyle olunca da, örneğin yüksek düzeydeki askeri harcamalar, faiz ödemeleri ve sermayeye dönük mali destekler yüzünden giderek artan bütçe açıkları KDV ve ÖTV gibi halktan alınan vergilerle veya elektrik, doğal gaz ve ulaştırma gibi temel hizmetlere yapılan zamlarla ya da borçlanma ile kapatılıyor.

Zenginden daha az vergi alındığında yatırımlar ve istihdam artmıyor

Oysa “zenginlerden daha fazla yatırım yapmaları ve istihdam yaratmaları için daha az vergi alınması ya da hiç alınmaması gerektiği” iddiasının temelsiz olduğu bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmış durumda.

Örnek olarak, geçen yıl 18 gelişkin Merkez Ekonomideki veriler esas alınarak yapılan bir bilimsel araştırma (5) son 50 yılda zenginler için yapılan vergi indirimlerinin ekonomik büyümeyi hızlandırma ve işsizliği azaltma konusunda kayda değer bir etki yaratmazken, mevcut gelir eşitsizliklerini daha da artırdığını ortaya çıkardı.

Öyle ki vergi indirimi yapılan ülkelerde en zengin yüzde 1’in gelirden aldığı pay indirimlerden sonraki beş yılda binde 8 arttı. Vergi indirimlerinin ekonomik büyüme ve işsizlik üzerinde kayda değer bir olumlu etkisi ise görülmedi. Beş yıl sonra kişi başı milli gelir ve işsizlik oranları hem indirim yapılan, hem de yapılmayan ülkelerde değişmedi.

İstihdamı teşvik mi?

Bu konuda en çarpıcı örneklerden bir diğeri ABD’de Başkan Bush döneminde (2001-2004) ‘istihdamı teşvik’ adı altında zenginlerin vergisinin indirilmesi. Bu dönemde öyle ilave vergi indirimleri yapıldı ki bunların tutarı 3,4 trilyon dolara ulaştı. Uygulanan her vergi indiriminin gerekçesi sözde istihdam yaratmaktı.

Sonuçta bu indirimlerin yüzde 80′ i en zengin yüzde 20′ ye, bunun da çok büyük bir kısmı en zengin yüzde 1’e ya da kabaca 100 bin zengin birey ve şirkete fayda sağladı.

Buna karşılık bu dönemde dişe dokunur bir istihdam yaratılamadığı gibi bunu ciddi bir ekonomik durgunluk izledi. 2008 yılında ikinci Bush Yönetimi sırasında ‘yeniden istihdam yaratma kampanyası’ altında zenginlere 90 milyar doları bulan bir vergi indirimi daha sağlandı. Ancak yine istihdam yaratılamadı. 2008’in ikinci yarısında istihdam piyasası çöktü ve altı ayda yeni bir milyon işsiz ortaya çıktı. Tarihte buna benzer bir çöküş 1929-1930’da yaşanmıştı. (6)

Türkiye’de de son 18 yıldır sermayeden alınan kurumlar vergisi ve gelir vergisi oranlarında ciddi indirimlere gidildi. Yüzde 45 olan en zenginin gelir vergisi oranı yüzde 35’e kadar düşürüldü (geçen yıl tekrar yüzde 40’a çıkartıldı).  Yüzde 33 olan kurumlar vergisi oranı ise yüzde 20’ye indirildi (2018’de tekrar  yüzde 22’ye yükseltildi). Bu arada sermayeye tanınan muafiyet, istisna ve indirimlerin boyutu yıllık olarak tahsil edilen toplam vergi gelirlerinin beşte birine ulaştı. Buna karşılık ülkedeki istihdam oranı yükselmediği gibi, son yıllarda yüzde 50’nin 4-5 puan altına kadar düştü. Yani bu vergi indirimleri zengini daha da zengin yaparken istihdamı artırmadı.

Bu deneyimlerden hareketle, zenginlerden daha az vergi almanın ekonomiye ve topluma olan faydasının ihmal edilebilecek kadar az olduğunu ve bu bulgunun Covid-19 Salgını ile daha da kötüleşen kamu maliyesini düzeltmek için zenginlerden daha fazla vergi alınmasının haklı bir iktisadi gerekçesini oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Sermayeden alınan vergilerin indirilmesi zengini daha da zengin yapıyor

Bir başka çalışma ise neo-liberal (sözde) vergi reformlarının hayata geçirilmeye başladığı 1980’li yıllardan itibaren (yukarıdaki çalışmanın bulgularına benzer bir biçimde) gelir dağılımı adaletsizliğinin iyice arttığını ortaya koyuyor.

Buna göre (7); 1970’li yılların sonuna değin, ABD’de en zenginlerin ödediği federal gelir vergisinin oranı yüzde 70 ve kurumlar vergisi oranı yüzde 46, en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay ise yüzde 10’du. 2017 yılına gelindiğinde ise zenginlerin ödediği gelir vergisi oranı yüzde 39,6’ya (2021’de yüzde 37,0) ve kurumlar vergisi oranı yüzde 34’e (2021’de yüzde 21,0) kadar düştü. Bu arada en zengin yüzde 1’in milli gelirden aldığı pay yüzde 20’ye (iki katına) çıktı. Yani zenginlerin vergi oranları düşürüldüğünde gelir dağılımı daha da eşitsiz ve adaletsiz bir hale dönüştü.

Kısaca, böyle vergi indirimlerini zorlayan ideolojik-politik dayatmalar gerçekte yeni yatırım ya da yeni istihdam yaratılmasını sağlamadığı gibi, zenginlerin mevcut servetlerini büyük ölçüde finans piyasalarında büyütmesine hizmet ediyor. Toplumsal bir fayda sağlamadığı gibi, toplumun refahının azalmasına, sınıfsal eşitsizliklerin ve yoksulluğun daha da artmasına neden oluyor.

Bu bakış açısından hareketle, büyük servetlerin vergilendirilmesi emekten yana olduğunu ileri süren iktidarların vergi politikalarının temel araçlarından biri olmak zorunda. Bu tür iktidarların gelir dağılımı eşitsizliklerini azaltmak, halka dönük ve doğa dostu kamusal yatırım harcamalarını finanse etmek, ekonomik sıkıntıları aşabilmek için servet vergisine başvurmaları kaçınılmaz.


Dipnotlar

  1. Richard D. Wolff, “Why Taxing the Rich Makes Sense?”, http://mrzine.monthlyreview.org (2 March 2011).
  2. Sirio Aramonte, “Mind the buybacks, beware of the leverage”, BIS Quarterly Review (September 2020), https://www.bis.org (14 September 2020).
  3. Jason Hickel, “We can’t have billionaires and stop climate change”, https://thecorrespondent.com (9 October 2020).
  4. William G. Gale, “Saez and Zucman Say Everything You Thought You Knew About Tax Policy Is Wrong”, https://www.taxpolicycenter.org/taxvox (23 October 2019).
  5. Hope, David and Limberg, Julian, “The economic consequences of major tax cuts for the rich”, International Inequalities Institute Working Papers (55) LSE, London, UK, 2020.
  6. Jack Rasmus, “Why tax cuts don’t and won’t create jobs?”, Working In These Times, http://brechtforum.org (6 December 2010).
  7. Eduardo Porter, “Tax Cuts, Sold as Fuel for Growth, Widen Gap Between Rich and Poor”, https://www.nytimes.com (3 October 2017).

YAZARIN TÜM YAZILARI

ETİKETLERVergi indirimiservet vergisiekolojik yıkımkinansal krizgelir dağılımıhisse geri alımıküresel borsalaroptimal vergileme

Yazarın Diğer Yazıları

Mustafa Durmuş

Servet vergisi neden ve nasıl alınmalı? (8) | Halk vergi yükü altında eziliyor, vergi rekortmenleri isimlerini gizliyor!

Bir zamanlar bu listelerin başlarında yer almak övünülecek bir durum iken, bugün bu zenginlerin büyük bir çoğunlukla adlarının görünmesini istememelerinin nedenleri ne olabilir?

Mustafa Durmuş

Servet vergisi neden ve nasıl alınmalı? (7) | Servet vergisi ekonomiye zarar verir mi?

Servet vergisine karşı çıkışın akademik, bilimsel ya da iktisadi temelleri sanıldığı kadar güçlü değil…

Mustafa Durmuş

TÜİK “Kral çıplak” dedi!

Kişi başı gelirde beş katı aşan farklılık değil, tüketimde de buna yakın oranda ortaya çıkan farklılık ülkenin Batısından Doğusuna ne kadar büyük bir ekonomik düzey farklılaşması (ya da yoksulluk) içinde olduğunu gösteriyor

Zuhal Şeker

T24 Haftalık YazarıZuhal Şeker[email protected]

24 Ocak 2021

  • A
  • +

Covid’e dayanamayan moda markalarının Oxford Caddesi’ne hüzünlü vedası

Gün geçmiyor ki buna yeni bir marka eklenmesin; bugüne kadar sektörde 200 bin kişi işsiz kalırken 320 mağaza da kapandı…

Moda dünyası son 25 yılın en kötü senesini yaşıyor! 

Neler değişecek, yaşayıp hep birlikte göreceğiz.

Londra’ya uzun süre sonra gelecekler hazır olsun. Aradığınız ah nerdeydi şu mağaza diye bakınacağınız çok yer artık yerinde olmayabilir.

İngiltere’de önemli markalardan olan Debenhams, Topshop, Nike, GAP ve Vans, Oxford Caddesi’ndeki amiral mağazalarını (flagship store) kapatacaklarını açıkladılar.

John Lewis (department store) ise bazı mağazalarını iş yerine çevireceğini söyledi.

Çok sevdiğim Cath Kidston iflas etti. Yabancı bir fon tarafından alınan marka, hayatına sadece Picadilly’deki mağazası açık olarak devam edip, online satışlarına ağırlık verecek. Bu arada Michelle Obama’nın favori markası J. Crew da İngiltere’deki 6 mağazasını kapatacağını açıkladı.

Gün geçmiyor ki buna yeni bir marka eklenmesin…

Bugüne kadar sektörde 200 bin kişi işsiz kalırken 320 mağaza da kapandı.

Covid her alanda hayatımızı değiştirmeye devam ederken sanırım en çok moda sektörünü etkiledi.

Zaten son yıllarda online alışveriş çoğu perakendecinin iş yapış şeklini değiştirmeye başlamıştı.

Alışveriş trendlerini değiştiren gençler artık AsosFarfetchNet A PorterThe PangaiaSporty&RichDepop gibi online platformlardan alışveriş yapıyorlar.

Covid özellikle bazı markaların önünü açtı. Bunlardan birisi de The Pangaia markası.

Özellikle rahat ev içi kıyafetler üreten marka, çevreye çok duyarlı olmasıyla ün yaptı. Fiyatları çok yüksek olmasına rağmen gençler ve ünlüler tarafından kısa sürede sahiplenildi ve popüler bir marka oluverdi.

Özellikle gençler artık alışveriş yaparken sustainable (sürdürülebilir kaynak kullanımı yapan) markalara daha duyarlılar.

Hatta bazı gençler kıyafetlerinin önemli bir bölümünü ikinci el satın alıyorlar. Depop da bu sitelerin başında geliyor.

Nereden biliyorsun diye merak edecek olursanız, oğlum John’un alışveriş alışkanlıklarından öğreniyorum tabii.

Bu dönemde giymediğim kıyafetlerim ve raflarda bekleyen ayakkabılarım onun için sık sık dalga konusu oluyor.

“Anne çevreye çok zarar veriyorsun, bu kadar çok tüketmek korkunç bir şey” diyor.

Bence haklı… En azından geç de olsa bunu fark etmiş olmak önemli.

Çalışma hayatı içindeyken ihtiyaç olarak gördüğümüz pek çok alışkanlığın, şimdi aslında nasıl zorunlu olmadığını fark ettiysek, kıyafet tüketim alışkanlıklarımızı da yenilemenin gerekliliğini hep birlikte görmüş olduk.

Artık çok daha düşünceli ve sorumlu bir tüketici olmaya hepimiz hazırız. Ben kendi adıma söyleyeyim; evet hazırım ve marka seçimlerim de bu yönde olacak. Daha çevreci, hümanist, sosyal fayda sağlamayı hedefleyen, sadece kazanmaya odaklanan değil kazandığını paylaşan markaları kullanmayı tercih edeceğim.

Böyle düşünen yalnız ben değilim tabii. Pek çoğumuz bu yeni dünyaya yeni bir tavırla hazırız, markalar da öyle.

İşte buna iyi bir örnek İngiltere’den. İkonik İngiliz markası Burberry, marka yüzü olarak Marcus Rashford‘u seçti.

Rashford, Manchester United’ın başarılı futbolcusu olmanın dışında, İngiltere’de bir sosyal kahraman.

Niye mi? Çünkü sadece iyi bir futbolcu değil, aynı zamanda yaptığı bir kampanyayla hükümetin kararını etkilemeyi başarmış bir rol model.

Kendisi gibi yoksul ailelerden gelen çocukların aldıkları yemek yardımını (Covid döneminde) kesmeye kalkan hükümetin kararını tek başına mücadele ederek değiştirmeyi başardı.

Şu an eğitim online olarak devam etse de, aileler yemek yardımını almaya devam ediyorlar. 

Burberry ise hiç zaman kaybetmeden Rashford‘ı marka elçisi olarak seçti. İngilizlerin kalbine taht kurmuş bu köklü marka, aynı zamanda genç bir aktivistin başarısını kendi marka misyonuyla da birleştirip kıvrak bir pazarlama hamlesi yaptı. Böylece markanın aldığı karar onu güncel ve sosyal konulara daha duyarlı hale getirdi. Artık markaların sadece kendilerini duyurmaya değil, gerçekten benimsedikleri değerler etrafında güncellenmeleri gerekecek.

Burberry bu yıl, diğer tüm moda markalarının yaşadığı küçülmeyi yaşasa da (yüzde 37) uzun vadede kendini toparlamaya çalışmanın adımlarını atmaya başladı bile. Marcus Rashford ile birlikte gençlere yönelik projeler yapmaya devam edecekler.

Ders kitaplarına konu olacak pek çok markanın doğuşuna ve batışına tanıklık ettiğimiz bu dönemde, bazı markaların nasıl yok olup gittiğini bazılarının da bu krizden nasıl kuvvetlenerek çıktığını görüyoruz.

Markalar ayakta kalabilmenin yolunu -pahalı operasyon noktalarını kapatıp- online’a geçmekte ya da tamamen online satışla devam etmekte arıyorlar.

Mothercare de bu stratejiye bir örnek. Covid döneminde 79 mağazayı kapatıp 2500 kişiyi işten çıkardıktan sonra bazı ürünlerini Boots‘la yaptığı anlaşmayla satmaya başladı. Aynı zamanda kendi web sitesini de online satışa uygun hale getirdi.

Bu arada “Sex and the City”de Carrie’nin ayakkabılarına hayran olduğu Jimmy Choo da Eylül ayında Mayfair’de moda okulu açıyor. Eylül’de açılacak akademinin amacı, genç modacıları sektöre hazırlamak. Sektördeki uzman modacıların gençlere mentorluk yapacağı üniversite, yaratıcılığın yanı sıra öğrencileri birer girişimci olarak sektöre hazırlayacak. “JCA London Fashion” bir incubation center (kuluçka merkezi) olarak çalışacak. Moda meraklıları için de hafta sonları verecekleri eğitimler oldukça ilginç olacağa benzer.

Böyle bir dönemde üniversite açma fikrini ancak işine aşkla bağlı biri akıl edebilir.

İşte ben de böyle iş insanlarına hayranım.

Onlar yaratıcılıklarının yanı sıra, gelecek nesillere kattıkları değerlerle anılacaklar. Ben de ayakkabı koleksiyonuma bir yeni Jimmy Choo ekleyeceğim… Şışt John duymasın…

Kalın sağlıcakla…

Dizinin önceki yazıları;